Asansörler şu an için tasarlanmış en ufak metrajdaki iç mekanlar olarak karşımıza çıkıyor. Daha kötüsü bu dar alanlarda yalnız da değiliz. Hem ufak hem de zaman zaman olabildiğine sıkışık bu alanların üzerimizdeki olumsuz etkisini ve bunu minimuma indirmek için kullanılan tasarım kriterlerini sizlerle paylaşacağım. İnsan hayatında yaklaşık iki yüz senedir var olan asansörler ilk olarak maden ocaklarına malzeme taşıma amacıyla kullanılmaya başlanıyor. O dönemlerde en yüksek yapılar zaten beş katli olduğundan günlük kullanımda pek ihtiyaç duyulmamış anlaşılan.  İcadından kırk sene sonra 1867 yılında ise Fransız mühendis Leon Edoux sayesinde tasarım olarak bildiğimiz asansörlerin son rötuşları yapılıyor ama çıkabildiği yükseklik sadece 62 santimetre. Bu umut sayesinde değişim başlıyor ve yüksek binaların onu açılıyor. Çok geçmeden ulaşılabilen en uç seviyelere çıkmak asansör sayesinde gerçekleşiyor. Sadece 15 yıl sonra Eiffel Kulesinde 300 metreye Alman fizikçi Wernervon Siemens in geliştirdiği elektrikli sistem asansörle çıkılabiliyor. Mimari devrim asansörle beraber çok hızlı bir ivme kazanıyor. İnsanların o ufak hücrelerde tanımadığı insanlarla beraber yolculuk etme fikri o dönem pek benimsenmese de üzerinden yüz altmış sene geçmesine rağmen bilinçaltımız bu fikre bir türlü alışamamakta. Vücut dilimiz endişenin ne boyutta olduğunu bariz ele vermektedir.

Yapı gereği insanoğlu mahrem alanını ortalama 45 santimetrede belirlemiştir. Dışarıda ise 120 santimetre yakınındakileri kişisel alan diye adlandırılan alana almış oluyoruz. 360 santimetre sosyal alanımızı, 760 santimetre ise kamusal alanımızı belirliyor. Bu sınırlar içine girenlerin sıfatları aniden değişmek zorunda iken asansörlerde hiç tanımadıklarımız mahrem alanın tam içine düşüveriyor ve orada belirli bir süre kımıldamadan kalıyorlar. İşte tam o an, iletişim diye bir şey söz konusu olamıyor çünkü psikolojimiz daha olayın sokunda, vücut kalkanları kaldırmış, tepki halinde, içerideki herkes ayni psikolojide, herkesin bakışları belirsizleşiyor. Tek başına iken aynadan gözünü alamayan, içerideki her bir tasarım ögesine dikkatlice bakan bireyler, biranda bakacak yer bulamaz hale geliyorlar. Bu bunaltıcı ortamda yolculuk en fazla yarım dakika sonra son buluyor. İşte asıl sıkıntı da bu zaten, bindiğimizden inmemize kadar olan süreç ortama adaptasyon için çok kısa. En az on dakika lazım hepimize o ortamı benimsememiz için. Tıpkı otobüs yolculuğunda yanınıza denk gelen teyzenin otobüs hareket ettikten yaklaşık on dakika sonra ortama tamamen adapte olup, sizinle lafa bir başlayıp altı saat susmaması gibi. Asansördeki yolculuk ortalama on dakika sürseydi konu bambaşka hal alacaktı oysaki. Yani “her şeyin ilacı zaman.”    

Bu bunaltıcı ortam sadece doğru tasarım ile katlanabilir hale gelebilir. Olabildiğine yansıma oluşturarak mekân algısını genişletme bakımından aynalar asansörlerin vazgeçilmezi olarak yerini almaktadır. Zeminde kullanılan mermerler, üst derece parlatılmış olduğunda hem ışık yansıtması hem de kolay temizlenebilmesi açısından tercih sebebi olmuştur. Işık değerleri bakımından göz seviyesinin hemen üzerinde direk ışığın olması, kullanıcıya rahatsızlık vereceğinden, spot aydınlatmalardan kaçınılmalı, olabildiğince gizli ışık kullanılmalıdır. İçerideki yazıların fontundan çalan müziğe kadar bulunduğu binanın karakterini yansıtmalıdır. 

Şuan ülkemizdeki en eski asansör 1892 yılında inşa edilmiş olan İstanbul`daki Pera Palas Otelindedir. Bugüne kadar kaç kişiye hizmet verdiği, kim bilir bugüne kadar neler neler gördüğü, neleri işittiği bilinmemektedir.

Not: Asansör ara katta durdu, asansörde o ana kadar tektiniz, yeni binen kişinin size direk selam verip iletişim başlatmasının arkasındaki neden, olurda asansör bozulur ve uzun sure kalırsak konuşmaya nasıl başlanacağının bilinmeyişindendir. İnerken “iyi günler” demek ise sağ salim bunu da atlattık demenin kibarcasıdır.

Herkese gönülden iyi günler dilerim. 

Deniz Çobanoğlu / içmimar