Çocukluğumun buğulu kentidir Samsun.
12 Eylül’den sonra kanatları kırık geldikleri bu bol yağmurlu kentte saracaktır yaralarını annem ve babam. Babam memuriyetten işçiliğe geçerken, annemin de öğretmen kadrosunu kaybedip sağlık teşkilatına geçmek zorunda bırakılacağı fırtınalı yılları saymazsak, kimsemiz olmayan bu kent bir yuva gibi olmuştu ailemize.
Hayatta ilk adımlarımı 56’lar semtinin sokaklarında attım. Babamın elimden tutup beni yürümeye alıştırdığı o sokakta köşeyi dönünce, deri ve yapıştırıcı kokusunun sindiği emekçi küçük ayakkabı tamircisini görürdünüz, ayakkabılarımızı oraya tamire götürürdük. Diğer tarafta birbirinden güzel saten kaplı yorganlar yapan bir yorgancı ve biraz daha ilerideki kuruyemişçi ve pastanesiyle o sokak, o semt ne kadar işlemiştir içime. Babam bir gün beni köşedeki ağaca kadar yürüttüğünde -2 ya da 3 yaşlarında olmalıyım-, “Bak kızım, bu ağaç sen doğduğunda dikildi. Onunla yaşıtsın” demişti. Benden heybetçe çok büyük olan o ağaca nasıl da derin bir sevgi beslemiştim. Her yürüyüşte o ağaçta durur, ona sarılırdım. Adeta ona sarılmak için yürürdüm o sokağı boydan boya.

MÖ 60.000’e kadar uzanan köklü bir tarihi olan Samsun, önce Kaşkaların, ardından Hititler ve sırasıyla Persler, Makedonya, Pontus, Roma, Bizans egemenliği altında kaldıktan sonra Cenevizlilerin kontrolüne giriyor. Milattan önce 7. yüzyılda bir dönem denizci bir medeniyet olan Foçalılar da hakim oluyor  Samsun’a. Daha sonraki yıllarda ise kent Selçuklular ve Osmanlı Devleti’ne katılıyor ve Cumhuriyet tarihimizde 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışı ile ölümsüzleşiyor. Zaten kentin ruhunda bunu hep hissederdiniz o yıllarda.

Samsun tarihi boyu çoğu kez “hür kent” olarak adlandırılmış ve çokkültürlü bir topluma evsahipliği yapmış. Belki bu geleneğin izleri nedeniyledir, Samsun benim yaşadığım yıllarda da özgürlükçü ve hoşgörü dolu bir kentti. Samsun’da sadece yaşam biçiminde değil, kentin planında hatta yer yer mimarisinde de hep bir Avrupai hava hissedilirdi. Çok sonraki yıllarda Fransa’nın turkuvaz rengi deniziyle ünlü güney kıyılarına ya da İtalya’ya gezmek için gittiğimde çocukluğuma dair adını koyamadığım izler hisseder, buna da anlam veremezdim. Bunun sebebini daha sonraları yaptığım okumalarda keşfedecektim. Çocukluğumun önemli yıllarının geçtiği Samsun’un 1869 yılında çıkan büyük yangın ile neredeyse tamamen yandığını ve bir Fransız mimara yaptırılan planlama sonucunda planlı bir şekilde yeniden imar edildiğini öğrenecektim. Yine aynı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Fransız Reji şirketiyle anlaşmış ve İstanbul, İzmir ile birlikte Samsun’da sigara fabrikası kurulmuştu. Tütüncülük sebebiyle 19. yüzyılda tam bir ticaret merkezi haline geliyor, bir liman kenti olan Samsun. Fransızların yaptığı tütün fabrikası da bunda büyük önem taşıyor. Kente ticaret amacıyla Fransızlar, Ruslar, Belçikalılar, Amerikalılar yerleşmişler o dönemde.

Alpay’ın seslendirdiği Fabrika Kızı şarkısının çok dinlendiği bir dönemdi. Önünden sıkça geçtiğimiz bu devasa – ya da bana öyle gelirdi- fabrika binası farklı mimari yapısı ve sarı rengiyle dikkatimi çeken binalardan biriydi. Kentte Samsun’un kendine özgü mimarisine ek olarak Fransız tarzı yapılar da çokça vardı. Fabrikanın tel örgülerle kapalı pencerelerinden içeriyi boyum yetmediği için göremezdim. Babam beni yukarı kaldırırdı ve gözlerimi sonuna kadar açarak heyecanla bakardım bu muazzam işleyişe. Oradan bakınca küçük bir çocuk olarak tıkır tıkır çalışan sigara sarma makinalarının büyük bir gürültüyle çalışması ve o gürültüde pür dikkatle harıl harıl çalışan işçiler üzerimde etki bırakırdı. İlk kez bir fabrika görüyordum. Bir yandan bu muntazam çalışan sistem, endüstri beni büyülerdi, diğer yandan pencereleri tel örgülerle kapalı olduğu için işçilerin orada kapalı kaldığını düşünür ve içten içe üzülürdüm de. Hem zaten sigara zararlı değil miydi?

***

O gün uslu durmuşsam işten dönen babam, yorgunluk dinlemez, önce beni alır Gazi Parkı’nda salıncakta sallardı ve dönüşte de kuruyemişçi ve pastane olan Cazip’e uğrardık. Renk renk şekerler, şekerlemeler, pastalar olan bu pastaneye gittiğimiz ve onların ördek şeklindeki çikolatalı pastalarından yediğim günler benden mutlusu yoktu. Ve Çiftlik Caddesi’ndeki yaz akşamı gezintileri…Ben beş yaşındayken hayatımıza katılan kardeşim de bu Çiflik Caddesi gezintilerinde bize katılırdı sonraki yıllarda. Samsun adeta eşitlerdi herkesi Çiflik Caddesi’nde. Çok zengin de olsanız, yoksul da o caddede çocuklarınızla gezer ve meşhur dondurmacılarından dondurma alırdınız yaz akşamları. Çocukların kahkahaları karışırdı yaz mevsiminin o hafif havasına. Orta halli kent yaşamını size en güzel haliyle hissettirirdi Samsun. Günlük yaşamda herkesin birbirine daha bir saygılı olduğu zamanlardı sanki o yıllar.
Bando takımında olduğum o 19 Mayıs kutlaması sonrası, Türkiye’nin en güzel 19 Mayıs kutlamasının parçası olmanın verdiği gururla babamın bisikleti üzerinde, ünlü Atatürk heykelinin önünde poz vermiştim. Heinrich Krippel tarafından Avusturya'da yapılan bu heykel kentin simgesi gibidir. Heykelin bulunduğu Gazi Parkı da düzenlemesiyle, estetiğiyle Avrupa'daki parklardan farksızdı.

***

Uğradıkları tüm saldırılara rağmen hep dik durmuş, kendi yağıyla kavrulan, mutlu bir aileydik. Hem annem hem babam çalıştığı için ilkokuldan itibaren öğlen saati geldiğinde kendi kendime hazırlanıp okula gitmeye başladım. Bu nedenle aileyi bir araya getiren uzun haftasonu kahvaltılarının özel bir yeri vardı. Kahvaltının vazgeçilmezi, yıllar sonra Fransa’da karşıma “pain perdu” adıyla çıkacak olan yumurtalı ekmekti. Eğer kışsa sobanın üstünde kızarmış ekmeğe annemin sürdüğü köy tereyağı. Muhakkak onun elinin lezzetiydi o, bu yaşıma geldim başka bir tereyağlı ekmek yemedim o kadar lezzetli. Annemin ışık saçan gözleri içimizi aydınlatırdı. Radyodaki Pazar müzikleri de neşemize neşe katardı. Şecaattin Tanyerli'nin sesinden "Papatya Gibisin Beyaz ve İnce" ne zaman çalsa babam bir yandan kendisi de şarkıya eşlik ederek annemi dansa kaldırırdı. Buna bayılırdım.


Hala evlerde radyo olan ve dinlenilen, televizyonların sadece bazı evlerde renkli olduğu, Köle Isaura’yı siyah beyaz televizyonda izleyip, kendi derdimizi unutup onun için öfkelenip üzüldüğümüz bir zamandı o.  Radyoda Erol Evgin’in ipeksi sesiyle “Bir İlkbahar Sabahı” şarkısı ne zaman çalsa, radyonun sesini açıp “benim şarkım çalıyor!!” diye evi ayağa kaldırdığım çocukluk yılları.

Evde ayrıca Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Ruhi Su, Ahmet Kaya şarkıları çalardı. Ki evleri yoktan yere altüst edilip, Aziz Nesin, Uğur Mumcu gibi aydın yazarların kitapları, kasetleri örgüt yayını adı altında toplanıp götürülmüş, idamla yargılanmış ve hala mahkemelerde tek başına adalet arayan genç bir çift için bu şarkıları evinde dinlemek o zaman bile büyük bir risk sayılırdı.

Yaşım biraz daha ilerleyip ilkokul çağına geldiğimde, haksız yere tutuklanan, idamla yargılanan babamın hikayesini daha iyi anladığımdan mı bilinmez, şair Nevzat Çelik’in o muhteşem dizelerinin Ahmet Kaya’nın yorumuyla buluştuğu “Şafak Türküsü” şarkısıyla nasıl da üzülür ve içlenirdi çocuk kalbim.

***

Samsun’da Avrupai çağdaş orta halli bir kent yaşamını her bakımdan hissederdiniz derken abarttığım düşünülmesin. Örneğin Gazi Müzesi'nin altındaki Samsun Belediye Oda Tiyatrosu'nun altın yıllarına yetiştiğim, tiyatro ile orada tanıştığım için de kendimi şanslı sayıyorum. Gösterimde olan oyunlara bakmamız ve bir tiyatro oyununa bilet almanın kendisi bile heyecan vericiydi. Günü gelip izlemeye gittiğimizde ise ayrı bir heyecan sarardı insanı. Kadife perde her açıldığında bana yeni dünyaların kapısını açar, çocuk zihnime uçsuz bucaksız ufuklar getirirdi. Bu tiyatroya gitme alışkanlığım sonra hep sürdü, hala perde her açıldığında kalbim hızlı hızlı çarpar.
*
Denizle ilk kez Karadeniz’de tanıştım. Adı Atakum olan ama halk arasında hala Matasyon olarak anılan semti bir sayfiye bölgesiydi. Haftasonları ailece denize girmeye gidilirdi. İncecik kumu ve vahşi denizi birleştiren bu sahiller ne güzeldi. Denizde yorulup gelince sana uzatılan o karpuz diliminin tadı başka neyde olabilirdi? Hafızamda çok güzel anılarla yer eden bu semtin adının nereden geldiğini merak ettim. Yazdığına göre semtin adı o dönemde Mısır asıllı meşhur Ermeni tütün tüccarları Matossian'ların arazisi olmasından geliyormuş. “Bölge Matossian'ın bahçesi olarak biliniyormuş. Zaman içinde Matasyon olarak kısalmış ve sonraları da Atakum'a çevrilmiş. Bu Mısır asıllı Ermeni tütün tüccarı kardeşlerden Joseph Matossian 1961 yılında Mısır'ın Tütün Ticaret Odası başkanı iken Mısır devlet başkanı Nasır'a tiryakisi olduğu Kent sigarasına benzer bir sigara yapma sözü vermiş ve Mısır'da halen kullanılmakta olan Kleopatra sigarasını üretmiş.” Çocukken sahillerinde koştuğum, denizinde yüzdüğüm semtin bilinmeyen hikayesi ile böyle tanıştım.
*
Sevecen, kanı hızlı akan ve medenidir Samsun’un insanları. Mizahı ve kahkahalarla gülmeyi hayatlarının merkezine yerleştirmişlerdir tüm Karadenizliler gibi. Çalışkanlığın, çılgınca edilen dansların, coşkunun ve tutkunun toprakları. Ve kadınları, Karadeniz’in güçlü kadınları. Çocukken bu güçlü kadın figürleri beni hep etkiler ve ilgimi çekerdi. Bunun sebebi Amazon kadınlarının ilk yerleşim yerinin Themiskyra köyü olması ve oranın bugünkü  Samsun’nun Terme ilçesi olması olabilir mi? Savaşmayı yaşam biçimi olarak gören Amazon kadınları, daha iyi bir savaşçı olmak için vücutlarını yaralamaktan bile çekinmezmiş. Samsun civarında, MÖ 1200’lü yıllarda yaşayan çok iyi okçu olan Amazon kadınlarının bir heykeli bile var Samsun’da. Size de Karadeniz’in çalışkan ve mücadeleci kadınlarını hatırlatmıyorlar mı?
*
Samsun’dan ayrıldığımızda onu çok özledim. Bu özlem bana “Kentime Mektuplar” başlıklı seri şiirler yazdıracaktı ortaokuldayken. Sadece şiir değil hala ne zaman mısır ekmeği, fasulye turşu kavurması ya da Samsun usulü pide yesem burnumun direği sızlar.
İşte hayatımın Samsun’da geçen Karadeniz sayfaları…