Evet, geçtiğimiz aylar pek hareketli geçti. Dünya çok önemli olaylara şahitlik etti, etmeye devam ediyor. Siyaset sahnesinde hem ülkelerin kendi içinde hem de kendi aralarındaki bitmek bilmez çekişmeler devam ederken, ekonomi ve iş dünyasını da derinden etkileyen pek çok gelişme oldu. Doğrudur. Ancak bir nesnenin hikayesi var ki, o gönüllerde her zaman sıcacık yerini koruyacaktır. Kel Hasan Efendi’nin Kavuğu…

Ağustos ayını son gününde, iki önceki sahibini Ferhan Şensoy’u kaybetti Kavuk. Acısı geçmemişti daha; bir önceki sahibi Rasim Öztekin‘i yitireli henüz altı ay olmuştu. Türk tiyatrosunun yüz yıllık simgesi olan Kavuk nedir peki, nedir bu nesneyi kıymetli kılan?

Elbette ki, Türk tiyatrosu üzerine çok değerli araştırmalar yapanlar, bunu bizlerden daha iyi anlatacaktır. Yani bir uzmanlık meselesidir Kavuğun kıymetinin ne olduğunu anlatmak. Biz ancak şöyle yüzeysel bir araştırma ile doğallığın ve sözünü esirgememenin nişanesi olarak görebiliriz Kavuğu. Oradan hareketle Anadolu insanının ağzı dili olmuştur diyebiliriz.

Kavuk değerini nereden alır, bu nesnenin kıymetini kim biçer? İşte buna yanıt vermek belki biraz daha zor. Neden çok zor devredilir bu nesne, neden bir sonraki sahibi aranırken bu kadar zorlanır Kavuk sahibi? Dümbüllü’den Özkul’a 40 senede, Özkul’dan Şensoy’a 23 senede, Şensoy Öztekin’e 27 senede devrediyor Kavuğu. Yani devri zor bir kıymetten bahsediyoruz.

Rasim Öztekin, en kısa sürede, dört yıl sonunda Şevket Çoruh‘a kavuğu devretme nedenlerini anlatırken, öncelikle sağlık durumundan bahsediyor. Ancak Öztekin’i rahatsız eden sağlık durumu değil, sağlığından dolayı sahneye çıkamamış olması ve bu nedenle “Kavuğun alkıştan mahrum kalmasına” gönlünün el vermemesi.

İşte Kavuğun kıymeti de değeri de buradan geliyor belki. Beğeni ile beslenen, takdir ile büyüyen bir değer. Şimdi düşünmek lazım, yüz yıldan fazla zamandır bu vasıflara haiz kaç nesnemiz var ki?

Kavuğun hikayesini biliyoruz, Kavuğun sahiplerini ise Kavuktan dolayı. Kavuk sahibini kendisi seçen bir nesne. İşte bu yüzden değerini anlamak çok güç. Kendini kıymetli gören hiçbir kimse bugüne dek sahibi olmamaış Kavuğun. Kavuğun her devredilişinde o yüzden pek çok tartışma olmuş: Hadi canım, şu varken neden buna, bu varken neden şuna dervoldu diye. Belki devreden bile uzunca düşünmüştür, neden böyle yaptım diye. Ama bilemeyiz tabi bu kısmını. Bu noktada bize susmak düşer.

Ancak şu görünen bir gerçek ki, ne siyasette, ne iş dünyasında, ne de bir başka alanda bu denli kıymetli bir nesne oluşamamış. Sahibi olmayan, sahibine sahip olan bir nesne. Neden olmamış acaba? Çünkü bizim siyasetimizde de, iş hayatımızda da herkes önce kendini değerli görmüş, her nesneyi de kendi marifeti saymış. İhtirasını ve kişisel başarısını değer zanneden, ama bunu ortaya koyarken yolda birlikte olduğu hiçbir kimseye değer vermeden yoluna devam edenler, aslında o değerden hiç nasibini alamadan yok olup gitmişler, yok olmaya da devam ediyorlar.

Devredilecek kıymete sahip bir değeri ortaya çıkartmak, korumak ve yarına taşımak o denli zor bir meziyet ki, ne yazık ki çok azımıza nasip oluyor. O yüzden gıpta ederek bakıyoruz bu nesnelere ve sahiplerine. Bakmanın ağırlığı ile hatta, görmezden geliyor, unutmak istiyoruz. Tıpkı Kavuk ve temsilcileri gibi, şairlerimizi, ozanlarımızı ve sair değer nesnesi her şeyi unutmaya meyilliyiz. Belki belirli günlerde anarak, ama onun dışında hiç bahsetmeyerek rahat yaşamımıza devam ediyoruz.

Bir değeri ortaya koymanın, ona sahip olmanın, korumanın ne kadar meşakkatli bir çaba olduğunu bilmemizdendir belki de bu durumumuz.

Kavuğun önceki sahipleri gitti. Şevket Çoruh’a emanetleri büyük, nesnesinden ağır bir yük. Kendisine kolay gelsin diyoruz. Kavuğu alan Çoruh büyük ihtimalle aldığı günden beridir aynı şeyi düşünüyordur; “ben ne zaman ama daha da önemlisi kime devredeceğim, bir otuz sene sonra deveredecek birisi olacak mı acep” diye. Zor iş.

Kavuğun değeri, kah anladığımız kah anlamadan ardından gittiğimiz, sahip olduğu sahiplerinin biriktirdiği bir etik anlayışın ve bir sorumluluğun felsefesinden ve bu felsefenin temsiliyetinden geliyor. Burada, “felsefik etik değerler ile ahlaki normlar birbirleri ile karıştırılmamalı” diyen Ionna Kuçuradi geliyor akla hemen.

Kendisini ve geleceğini ahlakçılığa teslim etmiş, değeri ahlak ile karıştıran, değeri kendince ama bir o kadar da eksik yorumlayan coğrafyamızda, yeni bir Kavuk nesnesini nasıl oluşturabiliriz acaba? Kuçuradi eğitimci ve bir o kadar da inançlı bu konuda; “çocukluktan itibaren ahlak değil ama değerler eğitimi vermeliyiz öncelikle” diyor, fikrinin sorulduğu her buluşmasında.

Çok kıymetli, sevgili Ionna Kuçuradi’nin önerisi elbette ki çok doğru. Ancak buna karar vermesini beklediği kişilerin bu eğitimi hiç almamış olmalarının en büyük engel olduğunun ne kadar farkındadır? Bize kimse değerler eğitimi vermeyecek. Bizim hatırlamamız, hatırda tutmamız ve hatırlatmamız gerekecek. Elde kalan Kavuk gibi, bir iki nesne ve sayısız insanı hatırlamamız gerekecek.

Makale yazmanın belki de en güzel tarafı bu. Güncel olanı değil değerli olanı yazmak serbestisine sahip olmak büyük rahatlık. Hepinize değer verdiğiniz ve değerinizin bilindiği güzel günler dilerim.