28 Şubat 1997’de; yargı kararlarıyla sadece 3 bin 250 kişi işten çıkarıldı, TSK'da 240’ı Gülenci (FETÖ) olmak üzere toplam 750 kişi atıldı.

28 Şubat Davası sonucunda müebbet hapis cezası verilen, PKK ile savaşmış, Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği için ter dökmüş ve emek vermiş kahraman ve yurtsever askerler, ilerlemiş yaşlarına rağmen hala zindanlarda tutuluyor. Ama Hizbullah davasından ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış olan bir şahıs, askerlere kıyasla yaşı ilerlemiş olmamasına rağmen iktidar tarafından affedilebiliyor. 28 Şubat Davası; Eylül 2013’de başladı, Haziran 2021’de onandı. Bu dava, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ın ölümünden sonra başlatıldı. Erbakan ölmeden bu davayı başlatamazlardı. Çünkü; vereceği ilk açıklama veya ifade ile dava düşerdi. Soruşturma savcısı, bilirkişi, Genelkurmay Adli Müşaviri gibi kritik konumdaki kişilerin hakkında FETÖ’den işlem yapıldığı biliniyor. Bu dava da Balyoz, Ergenekon gibi kumpas davalarına çok benziyor.

Kim Darbeci?

Dava konusu; “28 Şubat 1997’de darbeye teşebbüs etmek”. Başbakan dahil tüm siyasiler yerlerinde, Anayasa yürürlükte, sıkıyönetim yok, sıkıyönetim mahkemeleri yok, partiler kapatılmamış, yayın organlarına baskı ve tehdit yok ama darbe yapılmış! 28 Şubat 2024 itibarıyla bugün; Anayasa’ya uymayan, takmayan, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararları umursamayan ve yandaş olmayan medyaya ağır baskı uygulayan bir iktidar var ülkemizde.

28 Şubat 1997’de; yargı kararlarıyla sadece 3 bin 250 kişi işten çıkarıldı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden de 240’ı Gülenci (FETÖ) olmak üzere toplam 750 kişi atıldı. 15 Temmuz 2016 sonrasında ise haklarında mahkeme kararı dahi olmadan, 150 bin kişi işinden çıkarıldı ve açlığa mahkum edildi.

28 Şubat Davası Erbakan Ölmeden Bu Davayı Başlatamazlardı

Neler Demedi ki!

Dönemin başbakanı Erbakan, 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından sonra; “Duyduğum büyük sevinci ifade etmek istiyorum. MGK toplantısında saatlerce Türkiye’mizin her türlü meselesini baştan sona gözden geçirdik. Bütün konularda tam bir görüş birliği içinde olduğumuzu gördük. Hükümetiyle, askeriyle devletin zirvesi birlik ve beraberlik içindedir” demişti.

Erbakan, 28 Şubat 1997’den sonra tam olarak sonra 14 yıl yaşadı ve 17 Şubat 2011’de aramızdan ayrıldı. Bu süre içinde yoğun olarak siyasetle uğraştı, Saadet Partisi’ni kurdu ve genel başkanlığını yaptı. Bir gün bile “Bana zorla imzalattılar, istifaya zorladılar” demedi. Bunun önünde hiçbir engel yoktu, aksine iktidardan gelen destek ve motivasyon vardı. Ama geçmişe dönüp baktığımızda Erbakan, şu anki iktidar için neler demedi ki!

28 Şubat’ın Öngörülemeyen Sonucu

Demem o ki; 28 Şubat 1997 tarihinde Anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu’nda “oy birliği” ile alınan kararlar tam olarak uygulanabilseydi, ülke olarak bugün bulunduğumuz yerde olmazdık, demokrasinin ve çağdaş hukukun olmazsa olmazı olan laiklik sadece kağıt üzerinde kalmazdı, Ergenekon ve Balyoz tipi kumpaslar için elverişli zemin oluşmaz ve 15 Temmuz Darbe Girişimi mümkün olmazdı.

Sonuç olarak 28 Şubat; çağdaş hukuk yerine dinsel hukukun getirilmesini engellemek, tarikat ve cemaatlerin paralel devlet oluşturmasını durdurmak, karşı devrim sürecinin önüne set çekmek ve laik, demokratik hukuk ilkeleri üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak maksadıyla yapılan Anayasal, hukuki ve iyi niyetli bir hareketti ama kararlarının uzun soluklu olarak uygulanamaması yüzünden istenmeyen ve öngörülemeyen başka gelişmeye ve sonuca neden oldu.

ABD Başkanı Biden'ın konuşması, Filistin destekçisinin sözleriyle bölündü

Türkiye’de İslamcılık ABD’nin İşidir

Soğuk Savaş (1947-1991) döneminde ABD’nin teşviki ve baskısı ile sürdürülen komünizme karşı toplumu daha fazla dindarlaştırma ve İslamileştirme çabaları, Sovyetler Birliği’ne karşı Yeşil Kuşak Projesi kapsamında Türkiye’de kotarılanlar, 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında yapılanların etkisi, 1991’de Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitmesi nedenleriyle, 1990’lı yılların başından itibaren sağ partiler güçlenmiş, sol ise küçülmüştür. Özellikle 1969 yılında siyasi hayatımıza giren Milli Görüşün temsilcisi olan Refah Partisi, 1995 genel seçimlerinde birinci parti konumuna gelmiş ve 28 Haziran 1996 yılında Necmettin Erbakan liderliğinde REFAH-YOL Hükümeti kurulmuştur.

Esasında bu durum; ABD’nin uzun süredir planladığı ve beklediği bir sonuçtu. Siyasi İslam, demokratik olarak Türkiye’de iktidara gelmişti. Fakat bir sorun vardı. Bu; ABD’nin istediği, projelerinde tanımladığı ve “Ilımlı İslam” olarak adlandırdığı, Siyasi İslam değildi. ABD’ye göre Ilımlı İslam; İslam’ın modernist, protestan, demokrat yorumuydu.

Gerçekte Ilımlı İslam Nedir?

Bu tanım, açık kaynaklarda ifade edilen şekliydi. Gerçekte, yani ifade edilemeyen şekli ile Ilımlı İslam; dişleri sökülmüş, Batı terbiyesinden geçirilmiş, Batı’ya tehdit olabilme imkanını kaybetmiş, üretemeyen, ancak verilen görevleri yerine getiren, kaynaklarının üzerine oturulduğunda sesini çıkaramayan, kolayca sömürülen ve bu yolda işbirliği yapan, geniş halk kitlelerinin kutsal duygularını istismar ederek yöneten, Soros’un ifadesiyle “en büyük ihraç ürünü” olarak askerini gören ve Batı’nın hizmetine sunan, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) dahil ABD’nin projelerinde görev almaya istekli olan, halkına bu dünyada alamadığı refah payını öbür dünyada alacağı öğretisini pompalayan ideolojiye denir.

Susurluk Ve Adalet Bakanı’nın “Mum Söndü Oynuyorlar” Krizi Bunlardan Sadece

8 Temmuz 1996 tarihinde de güvenoyu alan Erbakan liderliğindeki REFAH-YOL Hükümeti sürecinde dikkati çeken bazı gelişmeler oldu.

  • Irak’la ticaret anlaşması, İran’la doğalgaz anlaşması, Pakistan, Singapur, Malezya, Endonezya, Mısır ve olaylı Libya ziyaretleri ve bu ziyaretler sırasındaki girişimler,
  • Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları ile TSK’dan tasfiye edilenlerin Refah Partili Belediyeler tarafından istihdam edilmesi,
  • Başbakanlık Konutunda tarikat ve cemaat liderlerine iftar yemeği verilmesi,
  • Taksim ve Çankaya’ya cami yapılması girişimi ve Ayasofya’yı ibadete açma tartışmaları,
  • Medyada yoğun olarak din, laiklik, türban, irtica ve kadrolaşma tartışmaları,
  • Sultanbeyli’de Atatürk heykeli yapılması gerilimi,
  • Kayseri Belediye Başkanı’nın 10 Kasım Atatürk’ü Anma Törenlerine içinin kan ağlayarak katıldığını açıklaması,
  • Sincan Belediyesi’nin “Kudüs Gecesi” krizi,
  • Genelkurmay Başkanlığı ve Hükümet arasında sınır ötesi harekât ödeneği problemi,
  • Susurluk ve Adalet Bakanı’nın “mum söndü oynuyorlar” krizi bunlardan sadece bazıları.

Özetle bahsedilen bu gelişmelerin iki önemli sonucu veya iki önemli mesajı vardı.

Birinci mesaj dışarıyaydı. Erbakan liderliğindeki Milli Görüş; ABD ve Batı ile işbirliği yapmıyordu, hatta faaliyetleri ile bölgedeki hayati çıkarlarına zarar verecek girişimler peşindeydi.

İkinci mesaj ise içeriyeydi. Erbakan; icraatları ile ülkede Siyasi İslam’ı egemen kılma peşinde koştuğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesini yok etmeye dönük davranışlar içinde olduğu algısını yaratmıştı.

Türkiye’nin Laikliği ABD’nin Umurunda Değildi

Esasında ABD’nin Türkiye’de laikliğin sekteye uğraması konusunda bir endişesi yoktu. Hatta; kurucu felsefesi, ideolojisi ve laik sistemi ile Türkiye Cumhuriyeti, Ilımlı İslam ve Büyük Ortadoğu Projesi için bir engeldi.

Fakat birincil tehdit; halen iktidarda bulunan, işbirlikçiliğe yanaşmayan, Erbakan liderliğindeki Milli Görüş idi. Şöyle bir hareket tarzına karar verdiler: “Öncelikle mevcut durumdan istifadeyle laiklik konusunda hassas olan çevreler istismar edilecek, Erbakan’ın iktidardan uzaklaşmasının önü açılacak, Milli Görüş dönüştürülecek ve uygun zamanda Büyük Ortadoğu Projesi ile uyumlu olarak tekrar iktidara getirilecektir”. Sonuç olarak ABD, Türkiye’de bu konuda başarılı olmuştur.

Kahraman Generalleri Tahliye Edin

Yurtdışına kaçan veya halen cezaevinde olan FETÖ’cü savcıların ve yargıçların açtığı 28 Şubat Davası sonucunda; bugün itibarıyla 84 yaşındaki Orgeneral Çetin Doğan, 83 yaşındaki Orgeneral Fevzi Türkeri, 83 yaşındaki Korgeneral Yıldırım Türker, 79 yaşındaki Tümgeneral Cevat Temel Özkaynak, 78 yaşındaki Tümgeneral Erol Özkasnak olmak üzere kahraman ve yurtsever Türk Generalleri var olmayan bir darbe üzerinden fiili olarak ölüm cezasına mahkum edilmiş durumdalar ve doktorların “cezaevinde kalamazlar” raporlarına rağmen tahliye edilmiyorlar. Bu ne bitmez ve tükenmez bir kindir! Çağdaş devletler ve çağdaş insanlar kin gütmez.

Dr. Çiğdem Bayraktar’ın Destek Yayınları’ndan çıkan “Türkiye’nin İsrail Politikası” adlı kitabını okumanızı tavsiye ediyorum.