Evdeyiz.

Günlerdir evdeyiz.

Bir ay kadar oldu, evdeyiz.

Günler geçiyor. 

Günler bitiyor.

Evdeyiz.

Evde olmak zorundayız.

Yatıyoruz, kalkıyoruz evdeyiz. 

Çok kısa bir süreliğine yürüyüşe, koşuya çıkıyoruz, evdeyiz. Hızlıca markete, bakkala gidip geliyoruz, evdeyiz.

Bizi eve bağlayan Covid-19’u konuşuyoruz. 

Bıkmadan usanmadan, uzun uzun konuşuyoruz. Elimizden bırakmadığımız cep telefonlarımız artık ellerimizden hiç düşmüyor. Duyduklarımızı tekrarlayarak konuşuyoruz.

Okuyoruz. Her şeyi okuyoruz. 

Virüs ile ilgili elimize ne geçerse okuyoruz. Okudukça biraz anladığımızı sanıyor, daha çok anlamak için okumaya devam ediyoruz. Virüsü anlamaya çalışırken toplum olarak, ülke olarak, dünya olarak virüsün bizleri nasıl evlere kapattığını öğrenmek istiyoruz.

Öğrenme sürecinde ellerimizde bez, külkedisi gibi evin bir köşesinden diğerine koşuyor, virüsün eve girmiş ihtimalini varsayarak, sabunlu sular ile yok etmeye çalışıyoruz. 

Ofislerimizi evlere kuruyor, çalışma masalarımıza otururken,  bu sürenin çok uzun sürmemesini diliyoruz.

Covid-19’un kodunu çözmek için kolları sıvıyoruz. 

Kodu çözmeye çalışırken bilim ile ilgili doğru-yanlış ne varsa, ayıklamadan, süzgeçten geçirmeden, kimden ne gelmiş, nasıl gelmiş, kaynağı nedir diye sormadan okuyoruz.. Biraz daha fazla bilgilenmeye çalışırken, sürekli haber dinliyoruz.

Dinlediğimiz haberleri ailemize, dostlarımıza ve arkadaşlarımıza göndermeye başlıyoruz. Elimizde olan  bilgilerden çevremizdekilerin de yararlanması için,  kendimize misyon üstleniyoruz.

Kendi networklerimizi kuruyor, kendi networklerimizden bilgileri dağıtıyoruz. Daha önce belki de hiç kullanmadığımız, ‘Skype’, ‘Zoom’, ‘Microsoft Teams’, ‘Houseparty’ ve buna benzer birçok sanal buluşma imkanlarını öğreniyor, toplantılar düzenliyoruz. Belirli saatlerde sanal dünyada buluşarak, ekran önünde karşılıklı çaylarımızı, kahvelerimizi ve içkilerimizi içiyor, virüsün hayatlarımızı nasıl değiştirdiğini konuşuyoruz.

Akşam televizyon önüne oturup, kanal kanal haber dinliyor, konuyla ilgili son bilgileri görmek ve değerlendirmek istiyor, koranavirüs ile ilgili her şeyi takip ediyoruz. 

Basının ve gazetelerin düzenli yayınladıklarını tekrar tekrar sanal dünyadan paylaşıyor, basının verdiği haberleri kimsenin duymamış olduğunu varsayarak, özet sunuyoruz.

Bu virüsün ayrımcı olmadığını düşünüyoruz.

Herkese eşit davrandığını dile getirerek mutlu oluyor, bununla ilgili güzel yorumlar yazıyoruz. Dünyanın her yerinde çocuklara, gençlere, yaşlılara, zenginlere, fakirlere, kadınlara ve erkeklere ayrımcılık yapmadan bulaştığını söylüyoruz. Aslında böyle olmadığını biliyoruz, ama yine de buna inanmak istiyoruz. 

İnanmak bizlere ‘Umut’ veriyor. 

‘Umut‘ hepimizin ‘eşit olduğu’ düşüncesini koruyor. 

‘Umut’ hepimizin ‘eşit olduğunu’ simgeliyor. 

‘Eşit’ olduğumuza inandıkça, bu günleri daha kolay atlatacağımızı düşünüyoruz. 

Aradığımız UMUT!

İzlediğimiz filmlerde bu kez bizlerin baş rollerde olduğunu dile getiriyor, istemeden rollerimizi oynuyoruz. Filmin sonunun nasıl biteceği hakkında görüş belirterek, senaryoyu tamamlamaya çalışıyoruz.

Her şeye açığız. Komplo teorilerini değerlendiriyoruz. Gelecekle ilgili hiçbir devlet, hiçbir hükümet yorum yapmadığı, yapamadığı için moralimiz bozuluyor. Bu gerçek bizleri belirsizliğe itiyor. Belirsizlik merakımızı dürterken, artık sadece Covid-19’u değil, 5G’leri de konuşmaya başlıyoruz. 

Okuduklarımızdan ürküyoruz, canımız sıkılıyor. 

Korkularımız çok... 

Canımız sıkıldıkça daha çok korkuyoruz.

Kaostan korkuyoruz.

Ekonomik sıkıntılardan, güçsüzlükten, konrolsüzlükten, ölümden korkuyoruz. Sağlık sorunlarımızdan, başımıza gelebilecek acılardan, kaybetme duygusundan ve gelecekten korkuyoruz. 

İleriyi görememekten korkuyoruz. 

Alışık olmadığımız bu durumdan korkuyor ve yorgun düşüyoruz. Toplum olarak ‘Bitap Düşenler Klübü‘nü oluştururken, üzerimizde hissettiğimiz ağırlıktan kurtulmanın yolunu arıyor, ararken mizaha, sanata sarılıyoruz.

Operaları, baleleri, konseleri, tiyatro oyunlarını internet üzerinden izliyor, kurduğumuz WhatsAPP gruplarından, messengerden şiirler, şarkılar, resimler, videolar ve makaleler paylaşıyoruz. 

Sanal dünyada müzeleri, galerileri ve kütüphaneleri geziyor, beğendigimiz sergileri paylaşıyor, paylaşdıkça kendimizi daha iyi hissediyor ve iyi hissettikçe  daha çok paylaşıyoruz…

İçimiz rahatlıyor. 

İçimiz rahatladıkça, korkularımız azalıyor, azaldıkça birçok şey daha kolay görünüyor…

Geçecek diyoruz…

Yakında bitecek her şey normale dönecek, bu günleri unutacağız diyoruz. O anı  hayal ederken, hayallerimizde sevdiklerimize sarılıyor, kokluyor ve özlem gideriyoruz.

Bu virüsün dünyaya, çevreye, doğaya çok iyi geldiğini düşününüyor, Covid-19’un doğayı ve çevre kirliliğini bize hatırlattığı için sempati duyuyoruz. Evlerimize kapandıkça, ağaçların daha da yeşile büründüğünü, börtü-böceğin çogaldığını, çiceklerin hızla açtığını görüyor, seviniyoruz.

Tabiatın bu virüsle bizden imtikan aldığını düşünürken, dünyanın her yerinde hava kirliliğinde bir gerilime olduğunu öğreniyor, yunus balıklarının denizlerde daha çok görünmeye başladığını, geyiklerin kasabalara indiğini ve kuş seslerinin çogaldığını işitiyoruz.

Bunları duyarken aynı zamanda evlerde ev içi şiddetin arttığını, hastanelerde maske ve koruma kıyafetleri yeterli olmadığından, çalışan doktorların, hemşirelerin ve sağlık elemanların öldüğünü öğreniyoruz.

Her gün basında alışık olduğumuz haberleri duymuyoruz, ama dünyanın her yerinde halen küçük çocukların istismara uğradığını, temiz su olmayan bölgelerde doğan bebeklerin yaşamadığını, insanların açlıktan öldüğünü, savaşların devam ettiğini ve bu savaşlardan kaçanların küçük bir bölgede birçok şeyden yoksun sıkışıp kaldığını biliyoruz. 

Acılara kayıtsız kalamıyoruz..

İçimiz sızlıyor ve çaresizlikten duygularımız çatışıyor.

Duygularımızı mantıkla açıklamaya çalışırken, canımız daha çok sıklıyor. Bu duyguyu yenmek, bu duyguya es geçmek, bu duygudan kaçmak  ve unutmak istiyoruz.

Evlerimizin içinde dolanıyor, hangi duvara badana, hangi kapıya, pencereye boya yapalım diye düşünüyoruz. Belleklerimizi zorlayarak kendimize aktivite arıyor, yapmak istediğimiz işlerin listesini çıkartıyoruz.

Zamanımız çok. Değerlendirmek istiyoruz.

Dolap içleri, dışları, çekmeceler, camlar, vitrinler, bisikletler,  köşe bucak ne var, ne yok her şey temizleniyor. Temizledikçe sadece listemiz değil, içimizdeki sıkıntıda küçülüyor, azalıyor. 

Bu enerji ile kapının önünde duran arabalarımızı yıkıyor, cilalıyor ve bakımdan geçiriyoruz. Bahçelerimizdeki çimenleri kırpıyor, ağaçları buduyor, yeni çicekler ekiyoruz. Doğanın güzelliğini içimize çekerek, toprağa dokunmanın sihirini yeni keşfetmiş gibi şaşırıyoruz.

Değişik yemek tarifleri alıyor, ekmekler, börekler, pastalar, kurabiyeler ve tatlılar yapıyoruz.

Yardım kuruluşlarına, vakıflara ve derneklere başvuruyor, maskelerimizi, eldivenlerimizi takarak evden çıkamayanlara, yardıma muhtaç olanlara giderek,  toplum için, halk için görevimizi yerine getiriyoruz.

Sağlık elemanlarına, doktorlara ve hemşerilere teşekkür etmek için kapılara, balkonlara, pencerelere ve bahçelerimize çıkarak alkış tutuyoruz. Çok alkışlıyoruz. Sağlık sektöründe çalışanlara yürekten minnet duyuyor, onları kahraman ilan ederken, kahramanlıkları ile gurur duyuyoruz.

Bu günlerin ileride ortak tarihimiz olacağını ve yaşadıklarımızın ortak hafızamızı oluşturacağını çok iyi biliyoruz. 

Ve sonra kitaplarımıza sarılıyoruz. 

Kitaplarda huzur bulmanın güzelliğiyle, okumak istediğimiz  eserleri sıraya koyuyoruz. Kitapların büyülü dünyasında dolaşırken, enerjimiz tazeleniyor, adrenalimiz yükseliyor ve yüreklerimiz gülerken mutluluğu yakalıyoruz.

Goethe’nin ‘en dar alanda bile sevinmeyi bilin’ öğütünü hatırlarken, mutluluğumuzla geleceğe göz kırpıyoruz.

O mutlulukla oturduğumuz yerden tekrar kalkıyor, okuduğumuz kitabı bir kenara bırakıyor ve evin içinde yine turlamaya başlıyoruz.

Evdeyiz.

Günlerdir evdeyiz.

Evde olmak zorundayız!

SEMRA EREN NIJHAR

15 Nisan 2020, Londra