Sosyolog, yazar ve belgesel yapımcısı olan Semra Eren Nijhar'ın bu sefer tanınmış sanatçılarla Göç ve Gurbet üzerine yaptığı söyleşiler her hafta  gazeteniz Avrupa'da

 

Haftaya : - Hasan Cihat Örter

 

Şayet doğduğun yerden uzaksan, o zaman yasadığın yerin ve ülkenin şartlarına uyum sağlayacaksın, kendi belliğini yitirmeden

Onu dinlediğimiz ilk günden beri sevdiğimiz insan. Yıllar önce sahnede ilk gördüğümüz gibi. Tıpatıp aynısı. Sanki zaman durmuş ve o zamanın içinde yol almış. Yılların yorgunluğu birazcık yüzüne yansımış ama halen yakışıklı.

Bildiğimiz, tanıdığımız yüz. Söylediği sevgi yüklü şarkılarla gönüllerimize yerleşen insan. Erkeğin alımlısı olur mu diyenlere...

Evet, olur! Alımlı, gülen yüzlü ve kibar. Gerçek bir centilmen.

“İşte Öyle Bir Şey“ şarkısıyla 1976’da gönüllerimizde taht kuran ve elli yıllık meslek hayatında tırmandığı zirvede halen şarkılarıyla duygularımıza dokunan Erol Evgin.

Müzikle yoğrulan bir halkın yıllarca onun şarkılarını severek söylemesi, her ideolojiden ve düşünceden insanın mutlaka o şarkılarda bir şeyler yakalaması ve insanın içinde var olan o  yüce aşk olgusunun, onun sesinde kılıf bularak şahlanması gerçeğidir. Aşkın kalıcılığı onun sesinde yüreklerimize damlarken daha da  güzelleşmiştir.

Alışılmışlığın dışında biz Erol Evgin‘le başka bir konuyu konuşmak için buluştuk. İyi ki de buluşmuşuz. Yoksa göç ve gurbet gibi kasvetli konuları ele alırken karşımızda bu konularda derin-dergah görüşleri olan bir Erol Evgin ile karşılaşacağımızı nereden öğrenecektik...

Erol Ağabey önce sizden gurbeti bize kısaca anlatmanızı rica edeceğim.

Öncelikle gurbet zor zanattır, kolay bir iş değil, zor bir zanattır.

Ben ilk kez lise sonlarında bir iki dersten kaldığımda gurbetle karşılaştım. Bana okuldan bir yıl bekleyip, sınavlara gireceğim söylendiğin de, Mersin’de büyük bir inşaatın yönetici olan ağbim, “ İstanbul’da kalırsan biraz başıboş olursun, Mersin’e gel, hem inşaatta, çalışır hem de derslerine konsantre olursun“ dedi. Gurbete ilk defa 17-18 yaşlarında çıktım ve kendimi çok garip hissettim.

Garip hissettim derken?

Düşünün ki, ağabeyimin ve yengemin yanında evde kalıyorum, aile ortamında ve kendi ülkemdeyim. Dil sorunum yok ve işim de var. Buna rağmen kendi evimden, çevremden, arkadaşlarımdan, semtimden ve şehrimden kopmak bana çok zor ve ağır geldi

İstanbul’a döndüğümde, Moda’da oturuyorduk, hemen Moda’ya çıktım ve gördüm ki, herkes neşe içinde eğleniyor ve hiç kimse benim yokluğumu fark etmemiş. Kendimi ne kadar önemsiyormuşum ki, çok alınmışım. Gençlik işte, demek insan kendini gençlikte çok önemsiyor.

Büyüdüğünüz yerde bir sürü arkadaşlarınız var ve onsekiz yaşına kadar orada yaşamışsınız, orada her şey sizinle bütünleşmiş. Birden  bakıyorsunuz hayat ve her şey sizsiz devam etmiş ve ediyor. Hiçbir şey değişmemiş. İşte o zaman öfkelendiğimi hatırlıyorum. İlk gurbeti o yıllarda tattım.

Sonraki yıllarda turneler başladı, tabii bu turneler kırk veya elli gün sürüyor, yurtdışına veya Türkiye’nin başka şehirlerine gidiyorduk. Oralarda, deyim yerinde ise “küçük gurbetcikler” yaşadım. Bunun dışında büyük bir gurbet, büyük bir göç yaşamadım. İki göç bir depremdir derler. İnsanı ve aileyi o kadar etkiler ki, iki kez göç etseniz, bir deprem yaşamış gibi sarsılırsınız.

Biraz yurtdışı turnelerinden bahsetseniz.

Sanırım 1979-1980 yıllarında Almanya’ya iki kez büyük turnelerle gittik. Hürriyet gazetesi “Altın Kelebek“ kazanan sanatçıları “Sıla’nın Sesi“ isimli bir turneyle Almanya’ya götürürdü. İlk yıl Zeki Müren, Emel Sayın, Sezen Aksu, Zeki Alasya, Metin Akpınar, ben,  yani Altın Kelebek alan bütün sanatçılar Tarık Akan ve Türkan Şoray da dahil, büyük bir kadro ile Almanya’ya büyük ‘Halle’lerde yani salonlarda konserler vermeye gittik

Ben o konserleri hatırlıyorum. O konserlere çevremden tanıdığım herkes ailece giderdi. O bir dönemdi, o kocaman salonlarda dev konserler organize edilirdi. 

O konser salonlarının müdürleri konser öncesi bu salonları dolduramazsınız, bu salonları Frank Sinatra bile dolduramadı diyerek bizlerle sohbet ederdi. Biz o salonları doldurduk. Ama bu bizim ünümüzden kaynaklanmıyordu, gurbet çeken kardeşlerimizin sıla hasretinden doluyordu o salonlar.

Bu konserler, unutulmaz güzel konserlerdi. Ve o salonları dolduran vatandaşlarımızla görüşme ve sohbet etme imkanını bize o konserler verdi. Onları orada tanıma imkanı buldum.

Avrupa’da yaşayan Türklerle ilgili düşündükleriniz nelerdir?

İnsanlarımızın bazıları uyum sağlamış, bazılar da sağlayamamıştır. Uyum sağlayamayanlar, kendi içlerinde soyutlanıyorlar, dini veya milli duygulara sığınıyorlar. O zaman daha da çok soyutlanıyorlar ve bulundukları ülkenin toplumunda daha olumsuz hale  gelebiliyorlar.

Peki sizce ne yapmaları gerekiyor?

Kısaca benim kafamdaki modeli anlatayım. Bir ülkeye gidiyorsanız, o ülkenin önce dilini öğrenmelisiniz, hiç küçümsemeden, bunlar bizden farklı diyerek düşünmeden. Gittiğimiz ülke hangisi olursa olsun, önce o ülkenin dilini öğrenerek, o insanları anlamaya çalışarak, empati kurmak ve o ülkede iyi ve düzgün çalışarak uyum sağlamak gerekiyor.

Asimile olmak demiyorum. O ülkenin kurallarına uyarak kendi benliğinizi de koruyarak bir sentez yaratmak önemlidir. Bunu ben çok önemsiyorum. Bunu yapabilenler başarılı oluyorlar, yapamayanlar o uyumu sağlayamayanlar, maalesef toplumun bir parçası olamıyorlar.

Bunu biraz daha açsanız.

Atatürk’ün bir sözü vardır “Türk Milleti Çalışkandır“ der. Ben Türk milletinin çalışkan olmadığını biliyorum. Atatürk bunu niye söylemiş diye çok düşünmüşümdür. Herhalde halkı

motive etmek içindir. Atatürk’ün başka bir sözü daha vardır ki, o da “Çalışmak öğretilir, çalışmak bir disiplin meselesidir“ der.

Sizce Atatürk bu sözüyle ne anlatmak istemiş?

Almanya’da ki Türklere bakıyorum, en iyi çalışan yabancı işçi Almanya’da ki Türklerdir. Türk işçisi çalışıyor, çok iyi çalışıyor. Biriktiriyor ve tasarruf ediyor, çünkü bir gün Turkiye’ye, köyüne ve köklerine dönüp orada ev alıp yaşama planları var.

Böylece kafamda “Türk Milleti Çalışkandır“ı yıllar sonra yine Atatürk’ün bir deyimiyle bir yere oturttum. Çalışma öğrenilebilen bir şey. Biz bunu öğrendiğimiz zaman, bize öğretildiği zaman, belli bir disiplinle çalışmak anlaşıldığı zaman biz hakikaten toplum olarak o zaman tam çalışırız,  çalışan bir toplum oluruz ve ilerleriz. İşte her zaman çağın ötesini gören Atatürk, bu sözüyle çalışmanın öğretilebileceğini anlatmak istemiş. 

Anladığım kadarı ile Almanya’da yaşayan Türklerin çok çalışkan olduğunu söylüyorsunuz.

Dediğim gibi Almanya’da ki Türker, evet, işlerini çok iyi yapan ve çalışkan insanlardır. Tabii aynı zamanda Almanya’daki topluma uyum sağlayanlar ve sağlayamayanlar olarak da düşünmek lazım. Şayet doğduğun yerden uzaksan, o zaman yasadığın yerin ve ülkenin şartlarına uyum sağlayacaksın, kendi belliğini yitirmeden. Bunu Museviler çok iyi yapıyorlar. Museviler benliklerini asla yitirmeden, yaşadıkları ülkenin imkanlarına ve şartlarına uyum sağlıyorlar.

Orada yaşyanlara halen “Gurbetçi“ demek ne kadar  doğru ve geçerlidir? Bu kavram uzun yıllardır Avrupa’da yaşayan Türkler için kullanıldı ve halen kullanılıyor. 

Bu kelime artık doğru ve geçerli değil. Haklısınız “Gurbetçi“ değil de, oraya artık yeni bir terim bulmak lazım, nitekim Avrupa’da  üçüncü ve  dördüncü nesil yaşıyor. 

Ben Alman kültürü aldım, İstanbul Erkek Lisesi’nde Alman hocalarla okudum. Almanya‘da müthiş Almanca konuşan, orada yetişen, tüm lehçeleri ve diyalekleri bilen ve ‘Hoch Deutsch‘ dediğimiz, yüksek Almanca konuşan, Almanya’da doğup büyüyen Türk çocukları ve gençleri var. “Gurbetçi“ dememek lazım.

Sizce ne diyebilirsiz?

Yurtdışında yaşayan Türkler için yeni bir kavram gerekli: ‘Avrupa’da yaşayan Türkler‘ olabilir veya ‘Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşları ‘Alman-Türk‘, ‘İngiliz-Türk‘ vatandaşları gibi değişik tanımlar kullanılabilir.  Avrupa’da yaşayan Türklerin Türkiye’ye maddi ve manevi katkıları çok ve kavramı çok iyi koymamız gerekiyor.

“Almancı” kelimesi sadece Almanya‘da yaşayanlar için değil de, aynı zamanda Avrupa’da yaşayan Türkler için de kullanılıyor. 

Bu terim hakkında siz ne söylemek istersiniz?

Bunlar hoş tanımlar değil. Gurbetçi kelimesinde olduğu gibi burada da daha uygun kavramlar bulmak gerekiyor. Daha olumlu ve onurlu bir terminoloji bulmak lazım. Üzerinde düşünmemiz gerekiyor. İnsanı aşağılamayan kavramlar gerekli. Hatta Almancı değil de Ala – man - cı diyerek şive ile üstüne basa basa söyleniyor. Bunlar yanlış şeyler.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin yurtdışında yaşayan vatandaşlar ve Türkiye’de yaşayan halk arasında bilgi verme konusunda sizce eksikliği oldu mu?

Evet çok eksikliği oldu. Başından, ilk 1960 yıllardan beri eksikliği oldu.

Şöyle anlatayım: Ağabeyimin eşi, yani yengem 1957’de Almanya’ya gitmiş ve orada iktisat okumuştur. Kardeşi de mimarlık okumuş. İki kardeş Almanya’ya gittiklerin de, Türkleri el üstünde karşılıyorlarmış, ve iki kardeşi de böyle karşılamışlar. Bize bir Türk geldi diye evlerde yemek daveti verilirmiş ve yengemle kardeşi onlar adına verilen birçok davete katılmışlar.

Peki ne değişti?

Türk işçileri ilk 1960’lar da Almanya’ya gittiler. Bu insanlar oraya yollanırken, köyünden alınıp Ankara, İstanbul ve büyük bir şehir görmeden Avrupa’ya gönderildiler. Ben bile Avrupa’ya ilk gittiğim de birçok şeye şasırdım, ki, büyük kentte yaşamış, hem lisede Almanca eğitimi almış, hem de ünversite bitirmiş birisiyim. O köyünden çıkan insan, hiçbir dil iletişimi olmadan Almanya’ya gitmiş.  Yaşadıkları şoku düşünebiliyor musunuz? Devlet bir aylık bir kurs verebilirdi veya bir aylık eğitim verecekleri bir çalışma ayarlayabilirdi. Fazla değil, biraz dil öğrenimi, biraz Avrupa kültürünü tanıtma ve genel bilgi. Bu iyi düşünülseydi oraya işçileri  davet eden Alman fabrikaları bile bu kurslara sponsor olur ve insanlarımız oralara daha bilgili giderlerdi. Vatandaşlarımız şaşkınlık içinde oralara gittiler ve gönderildiler. Hiçbir eğitim verilmeden. Alman makamlarınca insanlarımızın insan onuruna sığmayacak bir şekilde sağlık kontrolünden geçilmesine izin verildi. Eğitim verilseydi, insanlarımız oralara daha bilgili giderlerdi.

Almanya’ya ve Avrupa’ya giden, göç eden vatandaşlarımızın hayatları film oldu, bu filmlerde sorunlar dile getirildi. Örneğin ‘40 metre kare Almanya‘ çok yankı buldu ve ‘Şirin’in Düğünü’ izlendiğinde çok eleştiri aldı ve tartışıldı. Sizce bu filmler biraz olsun orada o dönem yaşayan insanlarımızın sorunlarına değinebildiler mi?

Evet. Tunç Okan’ın 1978’de “Otobüs“ isimli bir filmi de vardır. Sanırım filmde çok yakından tanıdığım Yaman Okan’da oynuyordu. Konu İsveç’de geçiyor ve bir otobüs içinde mahsur kalan insanlarımızı anlatıyor. Bir yolcu bir köşeye gidip kalıyor ve soğuktan donuyor. Aziz Nesin o zamanlar bir çıkış yaptı ve “Bu film çok yanlış bir film, insan o kadar aptal olamaz“ dedi. Ve ben Ankara’da Arı Sinaması‘na Aziz Nesin’in konuşmacı, basının da davetli olduğu bir sempozyuma gittim. Aziz Nesin neredeyse ağlayarak “Anadolu insanımız bu kadar aptal olur mu? Neden Anadolu halkını bu kadar aptal gösterdiniz?“ diye Tunç Okan’a çıkışmıştır.

Aziz Nesin’in Tunç Okan’a çıkışması çok  ilginç.

Aziz Nesin’in yıllar sonra otobüs filmine yaptığı yorumun tam tersini yaptığını hepimiz biliyoruz. Ama unutmayalım ‘Halıcı sevdiği kilimi yerden yere vururmuş.‘  Aslında Aziz Nesin’in yaptığı da buydu.

Ama o film mutlaka bir gerçekten yola çıkmıştır. Gerçek olmazsa, bir uyum sorunu olmazsa, o filmde olmazdı. Ve bu uyumsuzlukta isçilerimizi ilk yıllarda veya sonraki yıllarda olsun oralara gönderen  devletin rolü oldu. Burada hemen eklememiz gereken nokta, Türk işçilerini ülkelerine kabul eden hükümetlerin de uyum konusunda hatalarının olduğudur.

İş gücü kabul eden ülkelerinde eksikliği vardı, derken?!

O ülkeler de hiçbir hazırlık yapmadan o insanları ülkelerine işçi olarak davet ettiler. Farklı kültürlerden gelen insanların kendi ülkelerinde nasıl uyum sağlayacağı konusunda fikir oluşturmadılar  ve uyum politikaları nasıl olur, nasıl yapılır yönünde fazla kafa yormadılar.

İşçi olarak Almanya’ya giden insanlara zaten ‘Gastarbeiter‘ yani ‘Misafir işçi‘ dendi. Misafir gelir, kalır ve kısa bir süre sonra da gider.

İşçi gönderen ülke de, işçi alan ülke de maalesef  bu konuda kapsamlı düşünmeden, çalışmadan ve plan program yapmadan 1961‘de Türkiye ile  Almanya arasında “İşgücü Alımı Anlaşması“nı imzaladılar. O yıl hızlıca atılan imzanın sıkıntılarını halen orada yaşayan insanlarımız çekmektedir.

Avrupa’da yaşayan Türkler için nelerin yapılması gerektiğini düşüşünüyorsunuz? Bu konuda önerileriniz var mı?

Avrupa‘da üçüncü nesil uyum meselesini çözdü. Devletin yapması gereken, üçüncü ve gelecek nesillerin  vatandaş olarak Türkiye’de uyumunun sağlanmasıdır, başta Almanya olmak üzere Avrupa’da yaşayan beş milyon Türkün uyumu önemlidir. Bunun için kültür, sanat ve spor etkinlikeri gibi birçok şey yapılabilinir ve bunlar projelere dönüşebilir.

Türkiye’den yurtdışına gitmek isteyen gençler hakkında neler söylemek istersiniz? Son dönemde sayıları oldukça arttı.

Şimdi burada bu sayının neden arttığı konusunda  bir şey söylemek istemiyorum, bu çok geniş bir konu.

Sadece Türkiye’deki gençlerimizin korkmadan Türkiye’den dünyaya açılması gerektiğini düşünüyorum. Sadece Almanya’ya ve İngiltere’ye değil, dünyanın birçok yerine, her yerine gitmeleri önemlidir. Açılarak, yeni imkanlar arayarak, yaşadığımız dünyaya uyum sağlamak gerekiyor. Gençlerimizin dünya vatandaşı olmalarını istiyorum. Avrupa Birligi’nde değiliz ama Avrupa’da beş milyon vatandaşımız yaşıyor. Yani Avrupa kültürü ile zaten iç içeyiz. Önemli olan Türk kültürü ve geleneklerini dünya kültürleriyle kucaklaştırarak çağdaş bir yaklaşımla senteze dönüştürebilmektir. Toplum içinde uyum ve farklı toplumlarda uyum ancak bu şekilde sağlanabilir. Aldığımız kültür üzerine kültür ekleyerek ilerlemek en sağlıklı olanıdır.

Bu anlattıklarınızı sizce Avrupa’da yaşayan Türk gençleri başarıyorlar mı?

Evet. Avrupa’da yaşayan, başarılı, yetenekli ve toplumun içinde uyum sağlayan ve aynı zamanda kendi kültürünü unutmayan ikinci nesilden dördüncü  nesile kadar çok vatandaşımız var.

Son olarak gurbetin rengi genelde gri veya siyah olarak düşünülür. Sizce  gurbetin rengi nedir?

Gurbet insanın içini yaktığına göre kırmızıdır. Gurbetin rengi kırmızıdır.

Bu güzel sohbet için teşekkür ederim. 

Haftaya Hasan Cihat Örter’I kaçırmayınız