Yaklaşık iki yıl önce Londra’nın karanlık ve bulutlu havasından bunalıp, kalbimin sesini dinleyerek tası tarağı toplayıp aşkın dili, romantizmin başkenti, İtalyanin kalbinin attığı şehri Milano’ya yerleştim.

Moda ile bütün ilişkisi Modacılar Sokağında sıcak çikolata içmekle sınırlı olup dünyaca ünlü juventusu İspanyol takımı sanacak kadar saf olan benim için bile Milano çok eğlenceli. 

Bu hafta Londra’dan çok sevdiğim iki arkadaşım geldi. Şehir merkezindeki Nova otelde kaldılar. Milano’nun ortaçağdan kalma tarih kokan sokaklarında çoğu zaman yürüyerek bazen de eski sarı tramvaylarına binerek gezdik. Gotik tarzda inşa edilen ve yapımı 500 yılda biten dantel gibi oyalı Duomo’yu ziyaret ettik uzun mumlar yaktık. Hemen yanındaki dünyanın en eski alışveriş merkezi galeria Victoria Emmanuelle ll yı hayranlıkla seyrederek yolun karşısındaki mütevazı duruşlu olupta aslında dünyanın en ünlü opera binaları arasında gösterilen ve 1778 den beri bir çok ünlü operacılara ev sahipliği yapan Teatro Alla Scala'nın önünde fotoğraf çektirdik. Santa Marie Dele Grazie'nin duvarına Leonardo da Vinci tarafından yapılan Son Akşam Yemeğinin sırlarını çözmeye çalıştık. Amerikalıların favori semti Brera'da sanat atölyelerine katıldık. Armani Kafe'de safranlı bol kremalı pilav yedik, çileklisi şimdiye kadar denediklerim arasında en sevdiğim oldu. Eataly'de organik meyva sebze marketi arasında kaybolup restoranında biftek yedik sonra hep şarap içtik. Hızımızı alamayıp belki George Cloney'i görürüz diye trene atlayıp Como Gölüne gittik. Tekne turunda George’un malikanesine el salladık. Ve biz öyle şanslıydık ki Google sağanak yağış gosterdigi halde çiselemedi bile.

Milano’yu Milano yapan Prada, Fendi, Dolce&Gabana, Armani, Max Mara, Gucci ve bunun gibi sayısız dünyaca ünlü markalar olsa da alışveriş bahane. Kısacası geçen hafta Milano'da biz Londralı üç kadın çok güzel vakit geçirdik. 

Sizleri de bekliyorum efendim.