Geçtiğimiz günlerde Çerkesler her sene olduğu gibi, 101 sene süren Kafkas-Rus savaşı boyunca gerçekleştirilen insanlık dışı katliamların ve sonrasındaki sürgünün ve soykırımın temsili tarihi olan 21 Mayıs’ı andılar. 1763-1864 yılları arasında amansız mücadelelere sahne olan ve orantısız bir güç dengesi içinde 101 sene süren savaşın bıraktığı acılar Çerkeslerin zihinlerinde halen tazeliğini koruyor. Modern tarihin devam eden seyrinde, “medenilerin” “vahşilere” karşı “medenileştirme” hareketleri doğrultusunda gerçekleştirdikleri pek çok katliamın ve soykırımın ilk örneğini teşkil eden bu soykırımı Çerkesler uzunca bir süredir dünyaya anlatma mücadelesi veriyor.

Tarihçilerin tahminlerine göre savaşlar sırasında hayatını kaybeden Kafkasyalıların sayısı 500 bin civarında iken akabinde gerçekleştirilen sürgünde hayatlarını kaybedenlerin sayısı 500 bin ila 1 milyon arasındadır. Gayet taraflı olan Rus nüfus raporlarına göre dahi, 1864 tarihinde Çerkeslerin anavatanları dâhilinde bulunan ve kuzeyde Kuban ırmağı ağzından güneyde Bzıb ırmağına kadar uzanan Karadeniz kıyılarında tek bir Çerkesin dahi kalmadığından, yine Tuapse ve Sezuabze nehirleri çevresinde aynı durumun var olduğundan, gayet “medeni” bir övünçle bahsedildiğini görmek mümkün. Aynı raporlara göre, büyük sürgünden 1880 tarihine kadar ciddi bir nüfus düşüşü yaşanmıştır. Çerkes boylarından Ubıhların nüfusu 100 binden 80 bine, Abzehler 260 binden 14 bin 660’a, Şapsığlar 300 binden 4 bin 983’e, Natukaylar 240 binden 175’e, Çemguylar 80 binden 3 bin 140’a, Bjeduğlar 60 binden 15 bin 263’e düştü. Hakuçlar, Cigetler gibi kalabalık Çerkes boylarının ise bölgede hiçbir varlığı kalmadı. Doğu Çerkesleri Kabardeyler ve Besleneyler nüfuslarının ciddi bir kısmını kaybettiler. Çar orduları ile beraber getirilen Kozaklar bölgeye iskân ettirilirken Çerkeslere dair hiçbir iz kalmaması için köyler, tarlalar ve ormanlar yakıldı, hatta Çerkeslere has olarak bilinen 15 farklı at cinsini dahi yok ettiler.

Çerkesler ağırlıklı olarak deniz yolu ile gerçekleştirilen sürgün sırasında ve sonrasında çok zor şartlarda gerçekleşen yolculuklar ve salgın hastalıklar nedeniyle yüzbinlerce soydaşını kaybetti. Ailelerini, çocuklarını ve sevdiklerini, düşmanlarının dahi şahit olmasını arzu etmedikleri sahnelerde can verirken izlediler. Hülasa Çerkesler, dünyanın süper güçlerinden birine karşı öz vatanlarını korumak uğruna 100 seneyi aşkın zaman boyunca sergiledikleri destansı mücadeleyi kaybetmeleriyle, unutulması mümkün olmayan bir trajediye şahitlik ettiler. Bununla beraber Rusya’nın bölge üzerinde tahakküm kurmak amacıyla gerçekleştirdiği zulüm ve katliamların da Kafkasyalıların bağımsızlık mücadelesinin de 21 Mayıs 1864’te sona erdiğini varsaymak saçmadır. Failin ismi Çarlık, Sovyetler Birliği yahut Rusya Federasyonu olarak değişse de Çerkeslere bakış açısı değişmemiştir. Düşman tanımı “vahşiden” “halk düşmanına”, “halk düşmanından” “teröriste” evrilse de yukarıda pek muhtasar bilgisini verdiğimiz döngü Kafkasya’da bugüne kadar süregelmekte.

Bugün Çerkesler ve Kuzey Kafkasya milletleri telafisi olmayan acıların, bölgede yaşanan baskıların son bulması, ata topraklarıyla yeniden bir bağ kurulabilmesi ve en mühimi yaşananların emsallerinin artık yaşanmaması amacıyla seslerini dünyaya duyurabilmek için çaba sarf etmekteler. Fakat bugün çeşitli coğrafyalarda yaşanan insanlık dışı katliamlara gören gözleri kör, işiten kulakları sağır olan “medeni dünya”, karmaşık güç ilişkilerini “yok pahasına” bozmamak için, Çerkeslerin yaşadığı bu trajediyi de görmezden geliyor. Çerkeslerin bugün en kalabalık nüfusa sahip olduğu ve ortak kader birliği içinde aslî bir unsur olarak varlığına katkıda bulunduğu Türkiye’de son yıllarda pek çok siyasetçi ve devlet adamı, 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgün ve Soykırımı yıldönümü anmalarına açıklamalar, bildiriler ve sosyal medya paylaşımları ile destek olmaya başlamıştır. Bunun altında yatan sosyolojik ve politik sebepler elbette tartışmaya açıktır. Bu dönemle sınırlı olmamakla birlikte, son bir buçuk asırdır Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihlerinde, kader birliği yaparak devletin varlığını devam ettirmesinde son derece başat rol oynayan, bu bağlamda içlerinden ülke tarihinde önemli rollere sahip pek çok isim çıkaran Kuzey Kafkasyalıların davası için salt bildiriler, açıklamalar ve sosyal medya paylaşımları yapmanın yeterli olup olmadığı ayrı bir tartışmadır. Ancak batı eksenli dünya algısı doğrultusunda, batının değerlerine ve çıkarlarına uygun görülmeyen eski ve yeni her türlü zulmün yok sayıldığı bir dünya düzeninde, elbette bu tepkiler büyük bir önem taşıyor.

Nitekim mazlumların sesi onlara zulmedenler kadar yüksek çıktığında dengelerin bozulacağını öngören Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova’nın bu bildirilere karşı dahi alelacele bir gard alma çabası tesadüfi değildir. Zira mazlumların sesi yükseldiğinde Rusya’dan sorulacak hesap, Zaharova’nın kendi ifadesi ile 19. ve 20. yüzyılın zorlu olayları esnasında Çerkeslere yaptıkları insanlık dışı katliam ve soykırımlarla sınırlı kalmayacaktır. Zira Çarlık Rusyası’nın zulümleri, Stalin’in katliamları ve Putin’in acımasız politikaları Çerkeslerle sınırlı değildir. Kuzey Kafkasya’da yaptıkları, tarihin derinliklerine gömülmüş eski bir hikâye değil. Bu sebeple Çerkes meselesi Rusya için görüldüğü kadarıyla adeta bahsedilen bağlamda sonun bir başlangıcını teşkil eder mesabede görülmektedir. Nitekim geçtiğimiz sene Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov’un Çerkes soykırımına ve sürgününe atıfla öne sürdüğü “Onlar da bizim köylerimize saldırıyordu” bahanesi adeta Ukrayna, Kırım, Çeçenistan ve Suriye’de yaptıklarına gelecek tepkilere karşı ön alma niteliği taşıyor.

Zaharova ise bu yıl kendisini Rus Büyükelçi Yerhov’a kıyasla bir miktar daha geliştirmiş ve Çerkeslerin bilhassa Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde yaşadıkları zorlukları öne sürerek adeta “ilk taşı günahsız olan atsın” argümanına sığınmıştır. Çerkeslerin bahsedilen dönemde sorun yaşamadığını öne sürmek gerçekçi olmayacaktır. Fakat bahsedilen dönemde oluşturulan ideal vatandaş profiline uymayan her kişi ve grubun benzeri zorluklarla karşı karşıya kaldığı unutulmamalı. Bu anlamda bir Çerkesin dili sebebiyle uğradığı muamele ile kıyafeti sebebiyle Ankara’da bir çarşının kapısından kovulan büyük halk ozanı Aşık Veysel’in uğradığı muamele arasında benzerlikler bulunmaktadır. Lakin Türkiye geçtiğimiz 20 yılda bu sorunlarıyla yüzleşmeye başlamıştır. Zira Zaharova tarafından eleştirilen Türkiye’nin 21 Mayıs açıklamalarında bahsettiği Çerkesler Uganda’da yaşayan bir etnik grup değil, anavatanları Rusya’nın işgal ve tahakkümü altında olan ve ağırlıkla Türkiye’de yaşayan bir etnik gruptur. Çerkeslerin Türkiye’de yaşadığı herhangi bir problem, bir milleti vatanından topyekûn sürmek, yaşama hakkı vermemek, soykırıma uğratmak ile kıyas kabul etmez.

Rusya’nın Kafkasya’da gerek bahsedilen dönemde gerek yakın dönemde yaptıkları ortada. Çeçenistan’da gerçekleştirilen katliamların acısı hâlâ taze. Birkaç sene önce Rusya’da kabul edilen dil yasasının mürekkebi henüz kurumamışken yapılan bu açıklama “medeninin” son bulmaz sandığı gücünden kaynaklı aymazlığı mıdır, dünyanın sessizliğe gömülüşüne güven midir, yoksa yükselen ayak seslerinin yarattığı endişeyle meydana gelmiş bir amatörlük müdür, kararı kamuoyuna bırakmak gerekir. Lakin şu yorumu yapmadan geçemeyeceğiz: Eski bir kıssada, çirkin işler yapan bir suçlu kenarda utanç içinde beklerken Hazreti İsa’nın insanlara “İlk taşı günahsız olan atsın” dediği malum. Maalesef insanların hüsranda olduğu asrımızda, çirkin işlerin bizzat failleri hiç ar etmeden bu sözün arkasına sığınabiliyor. Ancak ellerinden ışıklar saçanlar bu sözü söylediğinde kıssa olurken ellerinden kanlar akanların aynı sözü etmesinin tarihe bir utanç vesikası olarak geçeceğini akledemiyorlar.

“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.