Kolonyalizm bir devletin kendi toprağı olmayan, bir başka devlete ait olan veya modern anlamda yeterli derecede bir idareye sahip olmayan topraklarda siyasi, hukuki ve kültürel olarak hüküm sürmesi şeklinde tarif edilmektedir. Bu tanım elbette terminolojik bir yaklaşımın sonucudur. Hangi moral motivasyon sonucunda, neye matuf olarak doğduğu ve son tahlilde hangi anlam yüklendiği hususu bir kavramın anlaşılmasında önem arz eder. Kolonyalizm de bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir mevzudur. Burada bir ikileşim (dikotomi) söz konusudur. Öyle ki bu kavramı kolonyal devlet “gittiği yere medeniyet, özgürlük, hak, hukuk gibi evrensel değerleri götürmek” olarak, kolonize olmuş milletler ise işgalin bahanesi, sömürmenin hukuki dayanağı ve kolonyal devletin kendi ekonomik, siyasi ve hatta dini çıkarlarının sürekliliği için bulduğu bir kılıf olarak tanımlamaktadırlar.

Fransa kolonyalizm fikrinin anavatanı olarak kabul edilmektedir. XVIII. yüzyılın başında Amerika ve Kanada’ya yapılan ilk yerleşmelerden sonra bu ideoloji evrilmiş ve sömürgeciliğe dönüşmüştür. Osmanlı Devleti’nin de güç kaybetmesinin bir sonucu olarak 1830’da Cezayir’in işgaliyle başlayan ve bir asrı aşkın zaman zarfında gittikçe yayılan bir doktrin, zamanla ideoloji haline gelmiş ve neticede Afrika kıtası Fransa için post-modern kolonyalizmin uygulama sahası olarak görülmüştür. Bir bakıma Afrika Fransa’nın varlığını dünyada güçlü bir devlet olarak hissettirdiği saha olması bakımından hayati önemi haiz olmuştur. Başka bir ifadeyle Afrika “Fransa Fransa’ya sığmayacak kadar büyüktür” fikrinin somutlaştığı yer olarak kabul edilmektedir.

- Kolonyalizmin evrilmesi

Birinci Dünya Savaşı sonunda Afrika milletleri kolonileri tartışmaya başlamış ve itirazlarını yükseltmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise artık sömürgeciliğe karşı mücadeleler baş göstermiş ve büyük güçler strateji değiştirerek idare ettikleri devletlerin bağımsızlıklarını tanımışlardır. Zira bu bir zorunluluktu. Milliyetçilik, bağımsızlık ve özgürlük kavramlarına direnilmesi, zaten İkinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkmış devletler (özellikle Fransa) için telafisi mümkün olmayan bir durum meydana getirebilirdi. Mamafih doğrudan idare yerine, özellikle ilgili devletlerle ekonomilerinin idaresi, bölgedeki vatandaşlarının güvenliğinin tesis edilmesi konusunda gereken silahlı kuvvetlerin temini gibi hususlarda aktif olmayı içeren anlaşmalar tercih edilerek strateji değişikliğine gidilmiştir. Bu noktada V. Cumhuriyet’in kurucusu General Charles De Gaulle Fransa’nın Afrika politikasını belirleyen liderdir. Aynı zamanda Fransa sağının fikir babası ve devletin halihazırdaki temel kurucu felsefesinin banisi olarak kabul edilmektedir. Buna göre “Fransa ne pahasına olursa olsun Afrika’daki çıkarlarını korumalıdır” paradigması dışişlerinin temel siyasetidir. Nitekim savaşın akabinde kurulan hükümet 25 Aralık 1945’te Afrika Finans Topluluğu’nu kurarak üye ülkelerin kullanacağı para birimi olarak özel bir Frank’ı kabul ettirdi: “Communauté financière d’Afrique” (CFA). Bunun anlamı Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahilleri, Mali, Senegal, Nijer, Togo ve Gine’nin Fransa kontrolü altındaki bir merkez bankası tarafından basılan Frank’ı kullanmalarıdır. Görüldüğü gibi, devletler bağımsız olsalar dahi kendi başlarına mali konularda etkinliğe sahip değildir.

- Afrika siyasetinde kırılmalar

Soğuk Savaş döneminin 1989’da sona ermesi, her alanda olduğu gibi Fransa’nın Afrika politikasında da dengeleri değiştirdi. Dünyanın gittikçe küreselleşmesi, Avrupa Birliği’nin (AB) mevcut milli devlet kavramında tahrifat meydana getirmesi, Afrika ülkelerinin daha fazla bağımsız hareket etme düşüncelerini cesaretlendirdi. Halktaki bu arzuyu görmüş olmalılar ki Cumhurbaşkanı François Mitterrand ilk olarak Fransa’nın Sahraaltı ülkelerinin demokrasiye geçişlerinde destek sağlayacağını ifade etmişti. Akabinde (Ermeni asıllı İzmirli bir aileye mensup olan) Başbakan Edouard Balladur ise bir adım daha ileriye giderek CFA frangı için 1994’te devalüasyon yapılmasını onayladı ve Fransa Afrika para politikasında değişikliğe gitti. Son olarak, Sosyalist Parti’den Başbakan Lionel Jospin de aynı çizgiyi devam ettirerek Fransa’nın geleneksel politikalarından sapma olarak kabul edilebilecek icraatlara imza attı.

Fakat sadece para politikalarıyla Afrika’ya sahip olunacağını düşünenler kısa zamanda yanıldıklarını anladılar. Zira ABD XX. yüzyılın sonunda Afrika kıtasının yüzde 10 ithalatını tek başına yaparken aynı dönemde Fransa yüzde 8,7’lerden yüzde 4,5’lere gerileyen bir tablo sergiliyordu. [1] Bir zamanlar neredeyse tekel oluşturan Fransız ürünlerinin yanında, başta ABD olmak üzere Çin ve İngiliz malları da Sahraaltı ve Mağrip pazarlarındaki yerini almıştı. Fakat bahsedilen bu ticari ilişkilere, Fransa’nın özellikle Sahraaltı ülkelerinin tümündeki altyapı yatırımları, maden ve limanların işletilmesi, telekomünikasyon ve iletişim hizmetlerinin yüklenilmesi sonucunda oluşan ekonomik ilişkilerin değeri dahil değildir. Burada Nijerya’nın Fransa’nın ihtiyacı olan petrolün yüzde 20’sini karşıladığını, Société Général ve Crédit Lyonnais bankalarının da Frank bölgesinde kullanılan kredilerin yüzde 70’ini sağladığını [2] hesaba kattığımızda, Afrika’nın Fransa için ne anlama geldiği konusunda bir fikir sahibi olunabilir.

Olanca ekonomik değere rağmen Afrika ile var olan bağların gevşetilmesi olarak kabul edilen birtakım uygulamalara Gaullist Fransa’nın tepki gösterdiği gayet açıktır. Ekonomide çalan tehlike sinyallerinin yanı sıra aşırı sağcı Jean-Marie Le Pen’in de yükselmesiyle, ılımlı sağcı ve Gaullist olarak nitelendirilen Jacques Chirac cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı ve Fransa’nın geleneksel Afrika politikasını yürütme yönünde yeniden bir irade ortaya koydu. Fransa’nın bu siyasetinde, Afrika’ya yönelik iştahı olan başka ülkeleri -ABD, Çin ve İngiltere’yi- görmesinin de etkili olduğu bir gerçek. Buna ek olarak, 11 Eylül 2001’de ABD’de Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinin vurulması sonrasında ortaya çıkan ve Batılılarca “radikal İslamcı” olarak tarif edilen grupların Afrika’yı etki sahaları olarak görmelerini Fransa güçlü bir tehdit olarak algılamış ve mücadele edilmesi gereken bir tehlike olarak kabul etmiştir.

Son tahlilde, aniden ortaya çıkan, gerçek İslam’ı temsil etmeyen azınlık bir grubun adeta Afrika’da çıkarları olan ülkelerin müdahalelerine gerekçe ve hukuki dayanak olarak sunulması manidardır. Nasıl bir kurgunun var olduğu muallak olsa da, her bir terörist eylem sonrasında Afrika ülkelerine askeri müdahaleler yapılması derin şüphe uyandırmaktadır. Örneğin Nisan 2002’de cumhurbaşkanı seçilen Chirac, 19 Eylül 2002’de Fildişi Sahilleri’nde meydana gelen askeri darbenin ardından Fransız Silahlı Kuvvetleri’ni oraya göndermiştir. Mali’de sözde DEAŞ yanlısı grubun etkin hale gelmesinin akabinde, Fransa Barkhane operasyonunu yapmak için, bu kez Ocak 2013’de Mali’ye asker göndermiştir. Akabinde Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy daha sert açıklamalar yaparak Nijer’e seyahat gerçekleştirmiş ve yükselen Fransız karşıtlığını bir tehdit ve tehlike olarak gördüğünü ifade etmekten çekinmemiş “Afrika’dan vazgeçilmesi Fransa’nın ve Avrupa’nın yok olması anlamına gelir” [3] diyerek gerçek düşüncelerini açıkça belirtmiştir. Kısacası, Fransa kolonyal emellerinden vazgeçmediğini göstermiştir.

Afrika’nın sahip olduğu yeraltı zenginliklerinin ve enerji potansiyelinin 21. asrın gündeminde ilk sıralarda yer aldığı bir gerçektir. Bu noktada, Türkiye’nin dünyada aktör ülke olma yolunda ilerlemeler kaydetmesiyle eş zamanlı olarak Afrika üzerinde önemli güç mücadelelerinde yer alması ilgili ülkelerin hesaplarını değiştirmiştir. Önceden az sayıda dış temsilciliği bulunan Türkiye’nin rekabet edebilecek konumda dahi görülmediği ortadadır. Fakat Türkiye açısından 21. yüzyılın başından itibaren ortaya koyulan ekonomik ve politik inkişafın boy gösterdiği alan Afrika olmuştur. Bir anda nerdeyse tüm Afrika ülkelerinde büyükelçilik açmak suretiyle Türkiye’yle Fransa’nın karşı karşıya geldiğini belirtmek gerek. Türkiye’nin bu açılımını Fransa sert bir tehdit olarak görmüştür. Bölge ile tarihi, kültürel ve dini birlikteliği olan bir devletin, güçlü Fransa’nın vitrindeki yüzü olan Afrika’da boy göstermesi kolay kabullenilecek bir durum olarak görünmemektedir. Afrika’nın bir başka güçle paylaşılmasına veya Afrika ülkelerinin Fransa’dan uzaklaşma temayülü göstermesine tahammül edilemeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim son yıllarda Fransa’nın Sahraaltı ülkeleriyle var olan ekonomik ilişkilerinin azalması, diplomatik ilişkilerde yaşanılan mesafeli tutum ve davranışlar tedirginlik meydana getirmiştir. Bunun en veciz örneği, Başbakan Edouard Philippe’in 18 Kasım 2019’daki Dakar ziyaretinde, 1848-93 yılları arasında Fransa’ya karşı mücadele etmiş Senegal’in dini ve siyasi önderi Hacı Ömer Tall’in kılıcını iade edişinde yaşanmıştır. [4]

Son olarak, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un kolonyalizm döneminde Fransa’nın yaptıklarını barbarlık olarak nitelemesi, Fransa içerisinde ciddi tartışma meydana getirdi. İlginç bir şekilde Başbakan Jean Castex buna karşı çıktı: Fransız tarihinde utanılacak bir durum yaşanmadığını, aksine onunla gurur duyulması gerektiğini ifade ederek geleneksel Afrika siyasetin sözcülüğünü yaptı.

Anlaşıldığı kadarıyla Fransa’da Afrika’ya uygulanacak siyasi stratejide bir kafa karışıklığı hâkim durumda. Fakat mevcut ekonomik ve siyasi durum göz önünde bulundurulduğunda, Sahraaltı ülkelerinin hâlâ Fransa’nın kültürel ve ekonomik olarak ön bahçesi olduğunu ve post-kolonyalizmin devam ettiğini belirtmek mümkün.

[Doktora derecesini 2010’da Strasbourg Üniversitesi’nde Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Fransa’nın Levant (Yakın Doğu) politikası üzerine yaptığı çalışmayla alan Dr. Yaşar Demir “Fransa’nın Yakındoğu Politikası” ve “Suriye ve Hatay” kitaplarının yazarıdır]

[1] https://www.cairn.info/revue-politique-africaine-2007-1-page-54.htm

[2] P. Hugon, La Zone Franc à l’heure de l’euro, Paris, Karthala, 1999, s. 38.

[3] Cité par Jeune Afrique/L’intelligent, n° 2391, 2006, s. 20-28.

[4] https://www.liberation.fr/planete/2019/11/18/a-dakar-edouard-philippe-depose-les-armes-d-el-hadj-oumar-tall_1764118/

İSTANBUL (AA) -YAŞAR DEMİR-