4 Ağustos’ta Beyrut limanında 2 bin 750 kilo amonyum nitratın infilak etmesiyle meydana gelen ve uluslararası basında “Lübnan’ın miladı” şeklinde anılan patlama, arkasında 200’den fazla ölü ve binlerce yaralı bırakarak ülkede sosyo-politik zeminli büyük bir şok dalgasının oluşmasına neden oldu. Patlama neticesinde Lübnan’ın en önemli ticaret limanının gördüğü hasarın yanı sıra, Ekim ayında başlayan protestolar ve küresel pandemi nedeniyle oluşan ekonomik krizin daha büyük bir çıkmaza girmesi, patlamaya yüklenen anlamın derinleşmesini kaçınılmaz kıldı.

Beyrut felaketinin Lübnan ve Lübnanlılar açısından bir dönüm noktası olacağına, dahası patlamanın neticesinde meydana gelebilecek değişimlerin Lübnan’ı geleceğini çizebilecek dönüşümlere hazırlayacağına dair görüşler sıklıkla dile getiriliyordu. Fakat patlamanın üzerinden geçen dört buçuk ayda Lübnan bazı yeni gelişmelere sahne olsa da, bu büyük olay genel anlamda bir miladın zeminini oluşturamadı. Ülkenin uzun süredir içinde bulunduğu siyasi istikrarsızlığın protestolar sonrasında iyice artmasının yanı sıra, dış aktörlerin bu dönemdeki tutumları da patlamaya dair öngörülerin tadil edilmesini gerektirdi. Lübnan’ın yakın geçmişinde yaşadığı çatışmalar, siyasi tabakanın ve Lübnan toplumunun iç çelişkileri, ayrıca küresel siyasetin ülkenin sorunlarına karşı yaklaşımı, Beyrut patlamasının dönüştürücü etkisini gideren en önemli unsurlar oldu.

- Patlamanın “etkili etkisizliğinin” nedenleri

Beyrut limanı patlamasının hemen ardından siyasi parti temsilcilerinin ve dini liderlerin yaptıkları açıklamalar, böylesi bir ulusal kriz zamanında dahi ülkede birliğin neden sağlanamadığının önemli göstergelerinden birini teşkil etti. Patlamanın ardından siyasi liderler halkla dayanışma göstermek yerine konuya ideolojik bir zeminde yaklaşmayı tercih ettiler. Örneğin patlamayı din/mezhep zeminine çekmek isteyen Maruni Hristiyan liderlerinden Lübnan Güçleri Partisi Genel Başkanı Semir Caca ve Hristiyan Ketaib Partisi milletvekillerinden Nedim Cemayel gibi isimlerin ülkenin bütününü etkileyen krizi “Hristiyan bölgesinde yaşanan büyük acı” şeklinde tanımlamaları ve böylece olaydan en çok etkilenen grubun Hristiyanlar olduğu izleniminin verilmek istenmesi ayrımcılığın ülkedeki etkisini bir kez göstermiş oldu.

Öte yandan dönemin başbakanı Hassan Diyab’ın patlamanın yolsuzluk nedeniyle gerçekleştiğine dair ifadeleri siyasi grupların tepkisine yol açarken, hasardan en az yara almak isteyen parlamento temsilcileri de peş peşe istifa dilekçelerini sunmaya başladılar. İstifaların hükümetin de istifasının önünü açması, sorumluluğun bir anlamda Hassan Diyab hükümetine yüklenmesini kolaylaştırdı. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın partisinin suçlu gösterilerek okların kendilerine çevrilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmesi ise direniş destekçilerine patlamadan doğması muhtemel bir kargaşaya karşı bir uyarı niteliğindeydi.

Nasrallah’ın Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ı her şeye rağmen destekleyeceğini ifade etmesi de Lübnan’ın yaşadığı travmanın politik hesapların gölgesinde kaldığının bir diğer işaretiydi. Bu anlamda patlama, siyasi elit için krizi fırsata çevirme aracına dönerken, süreci sessizce yöneten Saad Hariri, bir yıl önce terk ettiği başbakanlık koltuğunu beklenmeyen bir geri dönüşle yeniden devraldı. Böylece dikkatler, patlamadan ziyade, sebep ve sonuçları üzerinden Hariri’yi istifa ettiren Ekim 2019 protestolarına çevrildi. Bu çerçevede, protestoların kazanan ve kaybedenlerine yönelik yapılan tartışmalar, patlama hakkında yapılan tartışmalardan daha baskın hale geldi.

- Patlama ve Fransa’nın tutumu

6 Ağustos ve 1 Eylül’de Lübnan’ı ziyaret eden, 21 Aralık’ta gerçekleştirmesi beklenen üçüncü ziyaretini ise yakalandığı yeni tip koronavirüs (Kovid-19) sebebiyle erteleyen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un patlamanın doğurduğu kaosa verdiği ilk tepkiler, Fransa’nın eski sömürgesini yeniden şekillendirmek istemesinin bir yansıması şeklinde yorumlanmıştı.

Beyrut’u ilk ziyaretinde reformların acilen yerine getirilmesi gerektiğini ifade eden Fransız liderin, ülkede yeniden bir yapılandırma başlatacağına ve istikrarın sağlanacağına dair verdiği sözler Lübnan halkı tarafından da heyecanla karşılanmıştı. Patlamanın ardından 21. yüzyılda ülkede Fransa himayesinin talep edilmesine yönelik toplanan imzalar da toplumsal kırılganlığı başka bir şekilde gözler önüne serdi. Bununla birlikte patlama, Fransa’nın Lübnan’da 19. yüzyılda oluşturduğu sistemi kontrolü altında tutmasının pek de kolay olmadığını göstermesi açısından da önemliydi.

Lübnan’da Fransa’nın dizaynıyla oluşturulan din/mezhep temelli siyasetin kemikleşmiş yapısı, Macron’un hükümetin kurulması için yaptığı siyasi baskılarla dahi bir çözülme gösteremedi. Parlamenter yapının mezheplerin nispi temsiliyle oluşturulduğu Lübnan siyasetinde, mezhepler arası politik çatışmalar Fransa’nın hesaplarına katmadığı bir durumdu. Bu nedenle, 22 Ekim’de hükümeti kurma görevini devralan Saad Hariri’nin bakanlık dağılımında mezhepler arasında çıkan krize çözüm bulamaması ve oluşturduğu listeyle en başta Cumhurbaşkanı Avn’ı ikna edememesi, kökleşmiş sistemin (Fransa’ya rağmen) kısa bir süre içinde çözülmesinin mümkün olmadığını gösterdi.

Fransa’nın bu süreçte değişen siyasi tutumu, Lübnan’da hem toplumsal hem de siyasi tepkilerin doğmasına neden oldu. 2015’te yaşanan çöp krizinde, 2017 yılında Hariri’nin istifasının ardından oluşan istikrarsız dönemde ve 2019’da gerçekleşen kitlesel protestolarda dahi sessizliğini koruyan Fransa, patlama sonrası Lübnan’a doğrudan müdahil oldu. Aslında söz konusu müdahale, Lübnan’a gösterilen hassasiyetten öte, patlamanın Doğu Akdeniz’deki gelişmelerle eş zamanlı gerçekleşmesinden kaynaklanıyordu. Bu çerçevede, Lübnan’ı daha çok Doğu Akdeniz politikası potası içinde eritmeye çalışan Macron’un yaklaşımı ise kronik problemlerine uzun bir süredir destek arayan Lübnan için yetersiz ve eksik görüldü.

Diğer taraftan Macron’un “Lübnan’ı bölgesel güçlerin çalkantılarına bırakırsak iç savaş çıkar” sözleri, aynı ifadeleri protestolar boyunca ve patlama sonrasında siyasi elitten, Hizbullah lideri Nasrallah’tan ve hatta Merkez Bankası Başkanı Riyad Selame’den sıklıkla duyan Lübnanlıların üstünde bir etki meydana getirmedi. Macron’a olan tepkilerini 1 Eylül’de ünlü sanatçı Feyruz’un evinin önünde Fransızca ve Arapça “aptal olma” sloganıyla gösteren Lübnanlılar, Fransa’dan beklentilerinin artık eskisi kadar güçlü olmadığını da göstermiş oldular. Son olarak, Macron’un kullandığı tehditkâr üslup Lübnanlı siyasetçiler arasında huzursuzluk doğururken, bu durum küresel çekişmenin de patlamanın önüne geçmesine neden oldu.

- Patlamaya “içeriden” bakış

Patlamaya ilişkin incelenmesi gereken bir diğer husus da Lübnan halkının tutumu. Beyrut patlamasının oluşturduğu istikrarsızlık ortamı, genel anlamda Ekim 2019’dan itibaren barışçıl protestolara devam eden Lübnan halkının öfkesinin artmasına neden oldu. Bu öfke 8-12 Ağustos arasında gerçekleşen eylemlere de yansıdı. Protestocuların bakanlık binalarına yaptıkları baskınlar, şehir merkezindeki bankaların ve iş yerlerinin yakılıp taşlanması “öfke günü” protestolarının yansımaları oldu. Fakat yine de patlamanın yol açtığı sosyal travma halk arasında bir birlik duygusu sağlayamadı. Eylemlere katılmayanlar ve protestoların finanse edildiğini düşünenler toplumdaki mezhepçi kodları yeniden açığa çıkarırken, Ekim protestolarında kullanılan “Lübnanlılar mezhepçiliğe karşı el ele” sloganı da patlamadan sonra protestolara gösterilen tepkileri içeren görüntülerle birlikte kısa süre içinde sönerek kayboldu. Bunun da ötesinde, Lübnanlılar için temel söylemler ve eylemler hâlâ patlamadan ziyade “17 Ekim devrimi” merkezli olmaya devam etti.

Lübnan halkı patlamanın sorumlularına ilişkin tatmin edici bir cevap beklemeye devam etse de bu kapsamdaki gelişmeler hiç iç açıcı değil. Patlamaya ilişkin gerçekleştirilecek soruşturmanın ulusal mı, yoksa uluslararası mı olması gerektiğiyle ilgili bir mutabakata varamayan siyasilerin bu eylemsizliklerine karşın, esasen Lübnan halkı tüm siyasileri sorumlu tutuyor. Limanın hemen önünde yer alan bir duvara yazılan “Benim devletim yaptı” cümlesi, Lübnanlıların soruna siyasetçilerden çok daha farklı yaklaştığını gösteriyor.

Bugün Lübnan hiç olmadığı kadar mezhepsel ve siyasi bölünmüşlükle karşı karşıya. Her ne kadar 4 Ağustos Beyrut patlaması Hiroşima’yı andıran bir felaket olarak algılanmış olsa da Lübnan’da gerçek bir siyasi değişimi tetikleyecek bir milat olamadı. Patlama Beyrut’ta büyük bir yıkıma yol açtı; fakat yakın tarihine bakıldığında, iç savaşta (1975-1990) en iyi ihtimalle 150 bin kişinin ölümüne sahne olmuş, 2005’teki İsrail saldırılarında yeniden harap olmuş bir ülke için, bu patlamanın ciddi bir değişime neden olması zaten beklenemezdi. Lübnan’da elzem olan, kökleri patlamadan çok daha öncesine dayanan kronik sorunlara karşı verilmesi gereken mücadeledir. Mevcut durumda Lübnanlı siyasetçiler dış aktörlere olan ihtiyacın da bilincindeler. Bununla birlikte, üniter bir devlet yapısına sahip olmadıkça, Lübnan’da kalıcı bir istikrarın elde edilemeyeceğini de görmek gerekiyor.

[Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde araştırma görevlisi olan Dr. Tuba Yıldız Lübnan’ın siyasi tarihi ile din-siyaset ilişkisi bağlamında mezhepler hakkında çalışmaktadır]

İSTANBUL (AA) -TUBA YILDIZ