Lübnan 10 bin 400 kilometrekare büyüklüğünde küçük bir devlettir. Dört buçuk milyonluk nüfusa sahip Lübnan’da çok sayıda etnik ve dini topluluk dar bir coğrafyada bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Uygarlığın ilk basamaklarından birini teşkil eden Fenikeliler bugünkü Lübnan halkının atasıdır. Fakat Fransa mandası altında yaşadığı olumsuz koşulların bir yansıması olarak, ulus-devletler döneminde kurulan ülkenin mevcut nüfusu, uzun yıllardır bir ulus oluşturamamıştır.

“Lübnan” kelimesi Arapçada süt anlamına gelen ve ayrıca ülkenin beyaz dağlarını simgeleyen “leben” kelimesinden türemiştir. Nüfusunun tamamı Arapça konuşur. Ama dil birliği ulusal birliği sağlayamamış, özellikle inanç ve din farklılıkları ülkeyi parçalı hale getirmiştir. Her ne olursa olsun, “cennet gibi” benzetmelerini hak eden bir coğrafyaya sahip ülkede iç savaşlar ve istikrarsız yönetimin yol açtığı sorunlar, adeta ülke insanlarının hayatına siyah rengini hâkim kıldı. Ülkedeki iç çatışmalar, yapısal sorunlar, denetimsizlik ve yolsuzluklara ilaveten Filistinli mülteciler ve son olarak Suriyeli göçmenler ülkenin kırılgan yapısını daha da bozdu. Evlatlarını anlamsız iç savaş ve çatışmalarda ya da rastgele bir kaza kurşunuyla kaybeden annelerin yas tutmak maksadıyla giydikleri elbisenin rengi siyah ve her türlü savaşla boğuşan halkın caddelerde, sokaklarda ve son patlamada olduğu gibi evlerinde karşılaştıkları akan masum kanlarının rengi kırmızıdır. Kendi iradesini kullanmaktan mahrum bırakılan ve kaldıramayacağı yükler altına sokulan ülkeyi tarif eden renk, kaosun rengi kara ve akan kanın rengi kırmızıdır. Peki, ne oldu da dünyaya fonetik alfabeyi kazandıran ve Roma imparatorlarını dize getiren Hannibal’ın, Fenike medeniyetinin vârisleri bu duruma geldi?

- Tarihi arka plan

Lübnan kuzey ve doğu sınırlarıyla, bir hilâl şeklinde, Su­riye topraklarıyla kuşatılmıştır. Güneyde ise 60 kilometrelik bir sınırla İsrail’e komşudur. Lübnan batı cihetinden Akdeniz’e açılır ve uzunluğu 215 kilometredir. Ülkenin Akdeniz’e açılan kıyı şeridi yaklaşık 200 kilometre uzunluğundadır ve tarihin her devrinde jeopolitik ve jeoekonomik konumuyla büyük devletlerin dikkatini çekmiştir. Lübnan’ın denizden Şam’a kadar uzanan toprakları, eni 40 ila 65 km arasında değişen dar coğrafi şartları dolayısıyla siyasi ve dini azınlıklara sığınak olmuştur. Yedinci asrın sonlarında, bugünkü Maruni kilisesinin kurucu rahipleri Doğu Roma Ortodoks Kilisesi ile anlaşmazlıkları sebebiyle Bekaa ve Lübnan dağlarına yerleştiler. On birinci asırdan sonra da İslam’ın farklı yorumlarını yapan Dürzî ve Şiî gruplar, Fâtımîler devrinde bu bölgeye yerleşme imkânı buldular.

Lübnan’la ilişkisi esasen siyasi ve ekonomik faktörlere bağlı olmasına rağmen, din temelinde de bir duygudaşlık ilişkisi geliştiren Fransa, Lübnan’daki Marunilerle bağlarını Haçlı Seferlerine kadar geri götürmekte. Fakat esas kayda değer ilişkilerin geçmişi 17. yüzyıl başlarına dayanır. Fransa ve Katolik Kilisesi’nin Lübnan’daki Hıristiyanları desteklemesi misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde başladı. Kırım Savaşı’nın (1853-1856) da nedenleri arasında yer alan bölgeye dışarıdan yapılan dini gerekçeli müdahaleler, Lübnan’da Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in, Memluk hükümdarı Kansu Gavri’yi 24 Ağustos 1516 Mercidabık Savaşı’nda yenmesinden sonra tesis ettiği uzun barış dönemine darbe vurdu. Kudüs ve Doğu Akdeniz üzerinde hesapları olan Fransa’nın Marunileri kışkırtması bölge barışını yıktı.

Lübnan’da 1860’da iç savaş başladı ve bu olay Şam’da bir Hıristiyan katliamı yaşanmasına sebep oldu. 1860’da Dürziler ve Maruniler arasında meydana gelen bu savaşta 11 bin Hıristiyan hayatını kaybetti. Fransız kuvvetleri Marunileri korumak bahanesiyle Beyrut’a girdi. Lübnan’daki bu iç savaş, bir ticari kriz anında Osmanlı reformlarına ve Avrupalıların bu reformlarla bağlantılı olan çıkarlarına muhalefetin bir ifadesiydi. Bu gelişme Avrupalı güçlerin müdahalesine ve Dağ Lübnan’ında özel bir rejimin kurulmasına yol açtı. Babıali hükümeti hemen Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Fuat Paşa’yı görevlendirerek olayları bastırdı.

Osmanlı Devleti, Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya arasında Lübnan’daki yeni düzenlemeleri içeren Beyoğlu Protokolü 9 Haziran 1861’de imzalandı. Bu protokole göre Lübnan Sancağı, İstanbul’un atayacağı Hıristiyan bir mutasarrıf tarafından yönetilecek ve çeşitli cemaatlerin temsil edildiği on kişilik bir meclisi bulunacaktı. Asayişinin kendi jandarması tarafından sağlanacağı ve özel bir vergi sisteminin uygulanacağı sancak Beyrut, Sayda ve Trabulusşam’ı kapsamıyordu. Lübnan Sancağı’nın 1864’te küçük değişikliklere uğrayan bu statüsü Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar sürdü. Kısacası 1861’de, Avrupalı güçlerin garantisi altında “Lübnan Mutasarrıflığı” kuruldu. Mutasarrıflık Osmanlı idari sisteminde eyalet statüsünün bir alt basamağıdır.1864’te yapılan bir düzenlemeyle, Trabluşşam ve Sayda Vilayetleri feshedilerek, yerine Beyrut Vilayeti kuruldu.

Bugün Lübnan adıyla anılan ülke toprakları 1861’den 1915’e kadar, Osmanlı tarafından atanan ve doğrudan İstanbul’a karşı sorumluluk taşıyan, Lübnanlı olmayan Osmanlı tebaası bir Hıristiyan mutasarrıf tarafından yönetilmiştir.

- Fransa’nın Lübnan’ı iç çatışmalara sokan manda rejimi

1916 Sykes-Picot anlaşmasıyla İngilizler Suriye ve Lübnan’ı Fransa’nın nüfuz alanı olarak tanıdı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Suriye eyaletinin kuzeyini tümüyle işgal etti. Fransızlar 1920’de Lübnan bölgesini Şam’dan tamamen ayırdılar ve 1943’te bu bölgenin bağımsızlığını adeta dikte ettiler. Suriye Lübnan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Aksi halde Fransa Suriye’nin bağımsızlığını vermeyecekti.

Bağımsızlıktan bu yana ülke, bölgesel bir finans ve ticaret merkezi konumunu, her geçen gün biraz daha kaybederek de olsa, kısmen korudu. Osmanlı Devleti zamanında İstanbul limanından sonra en büyük ticari faaliyetin olduğu ve en fazla gümrük vergisinin alındığı Beyrut limanı, bağımsız Lübnan devrinde önemini korumakla birlikte, Arap-İsrail savaşları, Lübnan’daki iç savaşlar ve bölgedeki kaos nedeniyle istikrarlı büyümeden hep uzak kaldı. Etnik, mezhepsel ve dini çatışmalarla iç içe geçmiş siyasi çatışmalar, zaman zaman yakalanan istikrar ortamına hep darbe vurdu.

En iyimser tahminlere göre 150 bin cana mal olan Lübnan’ın 15 yıllık iç savaşı (1975-1990) ülkenin bir kaosa sürüklenmesine neden oldu. İç savaş bittikten sonra da sular durulmadı. Soğuk Savaş bittikten sonra bölgede ve Lübnan’da tazelenen barış umutları da boşa çıktı. Yıllarca sürerek umutları tüketen sosyal ve siyasi istikrarsızlık ülkenin potansiyelini yok etti. Etnik, dini ve mezhepsel ayrılıklara dayanan hizipçilik Lübnan siyasi yaşamının önemli bir öğesi oldu. Komşu Suriye, büyük güçlerin desteğiyle 1976 yılında Lübnan’ı işgal etti. 1976’dan 2005’e kadar Lübnan’ın dış politikasını ve iç politikalarını ve ordusunu domine eden Suriye 2005 yılında askerlerini ülkeden çekmek zorunda kaldı. Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye düzenlenen suikastın sorumlusu olarak suçlanan Suriye, uluslararası toplumu ikna edici açıklamalar yapamadı.

2005 Hariri suikastına kadar İran Lübnan’da çok etkindi. Suikast sonrasında Suriye gibi İran da prestij kaybına uğradı. Suriye, Lübnan’daki askerlerini çekmek zorunda kaldı. İran’ın desteklediği Hizbullah ise özellikle İsrail’in 2006 yılındaki saldırısına karşılık verdiğinden, güçlenerek yoluna devam etti.

2018’deki seçimlerden sonra Hizbullah tekrar güç kazandı. Hizbullah’ın İsrail’e karşı prestij kazanması Lübnan içindeki taraftarlarının sayısını artırdığı gibi, maddi imkanlarını da güçlendirdi.

- Lübnan’ın ekonomik krizi yapısal bir krizdir

Ülke ekonomisi ithalata dayalı ticaret ve yabancı yatırıma dayalı turizmle çevrilmekte. Lübnan’da göreve gelen her hükümet yabancı yatırımcıyı teşvik etti. Ancak yatırım ortamı epey sorunlu bir alan. Yerli ve yabancı yatırımcılar bürokrasi, yolsuzluk, keyfi lisanslama kararları, karmaşık gümrük prosedürleri, yüksek vergiler ve yetersiz mevzuat yüzünden çokça sorunlarla karşılaşmakta. Ayrıca Lübnan ekonomisinin diğer ayağı ise hizmet odaklı bankacılık ve turizm sektörleridir. 1975-90 iç savaşı Lübnan’ın ekonomik altyapısına ciddi zarar verdi, milli üretimi yarı yarıya düşürdü ve Lübnan’ın Ortadoğu’da bankacılığın merkezi olma konumunu değiştirdi. İç savaşı takiben Lübnan, savaşın parçaladığı fiziksel ve finansal altyapısının çoğunu, yerli bankalardan büyük miktarlarda borç alarak yeniden inşa etti. 2000’lere gelindiğinde Lübnan’ın borçlarını yeni borçlarla çevirmek zorlaştı. Fransa’nın başını çektiği uluslararası bağış konferanslarında yapılan ekonomik ve mali reform vaatleri, Temmuz 2006 savaşının ardından 2007’de Paris III. Donör Konferansı’nda yapılanlar da dahil olmak üzere, çoğunlukla gerçekleşmedi. Fransa’nın Nisan 2018’de ev sahipliği yaptığı CEDRE yatırım etkinliği, uluslararası toplumun Lübnan’a borç vermesi için 10 milyar dolarlık bir hedef ortaya koydu. Fransa 860 milyon dolar vaat etti. Ama fiilen kayda değer bir gelişme olmadı. Lübnan yeni yatırımlar yapmak suretiyle ekonomiyi canlandırmak bir yana, borçlarını ödeyemez bir duruma düştüğünü ilan etti.

- Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının keşfi bölgedeki ateşi alevlendirdi

Lübnan ekonomisi pandeminin de etkisiyle tarihinin en zayıf günlerini yaşıyor. Bu durum halkı bunalttığı gibi hükümetin de vergi gelirlerini azaltıyor. Buna karşılık, vadesi gelen devlet borçları ve memur maaşlarının bütçeye getirdiği yük giderek artıyor. Bu durum su, elektrik ve ulaşım gibi gerekli altyapı giderlerini baltaladığı gibi acil de olsa yeni yatırımlara izin vermiyor. Kayda değer bir yeraltı madeni ve enerji kaynağı olmayan Lübnan halkı için Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları hayati öneme sahip.

Doğu Akdeniz’de doğalgaz rezervlerinin ilk kez bulunduğu 2009 yılında, İsrail Lübnan’a ait alanlarda da arama yaptı. Lübnan ile kendi lehinde bir MEB anlaşması yapma amacındaki İsrail, Lübnan’ın haklarını arama konusunda bir zafiyet içinde olmasından memnuniyet duyuyor.

İran ile Suriye arasında 2011 yılında doğalgaz boru hattı anlaşması söz konusu edildi. Bu projeye “Şii Boru Hattı” adını verenler de oldu. Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gidecek doğalgaz ve petrol boru hattı projesi, İran-Irak-Suriye-Lübnan üzerinden işleyecek bir hat. Bu hat Suriye’de savaş çıkınca gündemden düştü.

Çin “Tek Kuşak Tek Yol” projesinin deniz ağı bağlamında Beyrut limanına talip oldu. Hizbullah lideri Hassan Nasrallah geçtiğimiz ay Çin’e yeniden çağrıda bulundu. Lübnan’ın 2018’de Rusya’yı liman için davet etmesinden sonra İngilizler uyandı. İngiliz Dışişleri Bakanı Lübnan’a giderek “İngiltere’nin güvenliği Lübnan’dan başlar” dedi.

Lübnan Meclisi Fransız ve Norveç şirketine yetki verdi. Ardından Türkiye ile bu konuda görüşüleceğini açıkladı. Muhammed Mursi de Türkiye ile doğalgaz anlaşması için niyet beyan etti ve İsrail-Mısır anlaşmasını iptal ettiğini açıkladı. Ancak Abdulfettah es-Sisi darbe yapınca Mısır’ın verdiği sözden döndü. Muammer Kaddafi ile Türkiye 2011 yılında bir anlaşma yapacaktı ama Libya’da kaos çıktı ve Kaddafi devrildi.

Lübnan’ın bundan sonra kiminle anlaşma yapacağı önem arz ediyor. Fransa’nın Doğu Akdeniz ve Libya’daki hesabını Türkiye bozdu. Bu yüzden Emmanuel Macron her fırsatta Türkiye’yi hedef alan beyanatlar veriyor.

Öte yandan Çin, Hayfa limanı konusunda İsrail’le anlaşmıştı. ABD buna tepki gösterdi; anlaşmanın mimarı olan İsrail’deki Çin büyükelçisi esrarengiz bir şekilde öldü. Çin’in Hayfa projesi raftaki yerini aldı. Çin bu yüzden Beyrut limanını işletmek üzere bir anlaşma yapmaya daha fazla önem vermeye başlamıştı.

Hizbullah’ın etkin olduğu parlamento ve Lübnan hükümeti sebebiyle, İsrail’in çıkarına bir hat anlaşması yapılamadı. Lübnan kilit bir ülke haline geldi. Lübnan ile İsrail arasında hem deniz enerji hattı hem de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınır alanlarında anlaşmazlık var.

2018’in başlarında Lübnan hükümeti, ülkenin ilk denizaşırı lisans verme işlemini başlattı. Hükümetin Türk şirketlerini de davet edeceği haberleri bu sırada duyuldu.

2018’de İsrail genelkurmay başkanı “Lübnan’daki Hizbullah ile savaş olacak” dedi. Bu yılın Mart ayında İsrail’in deniz tatbikatı olası bir Lübnan müdahalesi içindi. İsrail’in Lübnan’a saldırmasına karşı koyacak tek güç olarak Hizbullah görülüyor. Ancak Hizbullah’ın bu durumda İsrail’le savaş kapasitesi sınırlanmış oldu. İran ve desteklediği Hizbullah patlama sebebiyle en fazla güç kaybına uğrayan aktörler durumunda. Lübnan Akdeniz için çok önemli bir konuma sahip ve küresel güçler burada yeni avantajlar elde etme yarışında. Bu bağlamda Çin ve Rusya liman projesiyle ilgileniyorlar. Fransa da liman konusuyla ilgili olmakla birlikte, ekonomik göstergeleri olumsuz yönde seyrettiğinden, Almanya ile ortak bir proje peşinde. İngiltere ve ABD ise güvenlik ve enerji çıkarlarını öne çıkarıyorlar.

- Sonuç

Son yüzyılda iç savaşların adeta kanıksandığı Lübnan’daki çatışmalar, sadece içerideki grupların güç ve otorite elde etme mücadelesi olmamış, bölgedeki emperyalist çıkarlarını azami düzeyde tutmak isteyen güçlerin tutarsız projelerinin birer parçası olmuştur. Ülkede manda rejimiyle kurgulanan, matruşka bebekler gibi iç içe geçmiş etnik, dini ve mezhepsel tabanlı parçalı sistem, bitmek bilmeyen dış müdahalelerin ve iç savaşların başlamasında ve devamında en temel unsur olmuştur. Yine bu sebeplere bağlı olarak, Beyrut tekrar iç savaş dönemlerindeki fotoğrafları vermeye başladı.

Beyrut limanını yıkan ve 20-25 kilometre uzağına kadar tesirleri görülen patlamaya sebep olan amonyum nitrat limana 2013’te indirilmiş. O günden bugüne liman yetkilileri hükümete durumu sürekli rapor etmiş. Ama ihmalkarlık ve bozuk düzen yüzünden gereken yapılmamış. Kimse ne olduğunu hâlâ tam olarak bilmiyor. Bilenler belki de öldü. Bu patlama sadece limanı yıkmadı, 300 bin kişi de evsiz kaldı. Yani en az 50 bin ailenin yuvası yıkıldı. Sayıları 1,5-2 milyona ulaşan mülteci durumundaki Filistinli ve Suriyeli mağdurlara ve bir şekilde çadır kamplarda yaşayan insanlara yenileri eklendi. Patlama parlamento binasını ve başbakanlık binasını hem madden hem de manen yıktı; Fransa’nın manda rejimi döneminde kurulmuş sistemini de beraberinde yıktı.

Lübnan için çıkış yolu çağdaş bir ulus devlet kurmasındadır. 1932 yılından itibaren yapılmayan bir nüfus sayımı, gerçeğe dayalı insan kaynağını tespit etmek açısından önemli. Gerçek nüfusu bilmek, ülkenin altyapı planlamasını yapmanın yanında, eşit ve adil bir siyasi düzen kurmak açısından da elzem hale geldi. Dini, mezhepsel ve etnik gruplara kotalar veren sistem yıkılmıştır. Lübnan’da tam anlamıyla çağdaş ve laik bir yönetim kurulmalı. Çağdaş ve ileri hiçbir Batı ülkesinde örneği olmayan, devlet içinde devlet yapılarına son verilmeli. Bunu yapacak olan Lübnan halkıdır. Fransa’nın mandacı mantıkla dikte ettiği “Milli Misak” ve “1989 Taif Anlaşmasıyla” restore edilen siyasi sistem çökmüştür. Batı’dan akıl almak, uluslararası yardım beklemek, emir almak demektir; çarpık sistemin devamı demektir. Bu bakımdan, Fransa’nın patlamayı soruşturmak üzere uluslararası komisyon çağrısına Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri’nin tepki göstermesi umut vericidir.

Yüzde 95’i Arap ve anadili Arapça olan Lübnan halkı “Egemenlik milletindir” ilkesi etrafında toplanma ferasetini gösterip etnik, dini ve mezhepsel ayrımcılık yapmadan, cemaatlere değil de fertlerin özgür iradesine dayanan, gerçek bir ulus-devlet inşa edebilir. Fenike medeniyetini Akdeniz’e hâkim kılan bir geçmişe sahip olmak, 1516-1918’e kadar süren görece barış dönemiyle birlikte son yüzyılda yaşanan kaotik ortamı da iyice analiz etmek, Lübnan halkına her zaman ilham kaynağı olacaktır.

[Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyesidir]