İSTANBUL (AA) -ZEYNEP KARATAŞ- Sudan’da 30 yıllık diktatörlük rejimi halk ayaklanmasıyla sona erdi. 12 Aralık’ta başlayan ayaklanma 11 Nisan’da Ömer el-Beşir’in istifası ve tutuklanmasıyla önemli bir aşama kaydetse de, mücadele devam etti. Nihayetinde siviller ve ülkede hâkim olan askerler arasında süren uzun ve yer yer gerilimli müzakerelerin ardından, taraflar anlaşmaya vararak siyasi geçiş sürecini başlattı.

Sudan’da bu gelişmeler olurken ben de Orta Doğu ve Afrika’yla ilgili bir gazeteci olarak gelişmeleri medya aracılığıyla Ankara’dan takip ediyordum. Hem geleneksel medya kanallarını hem de sosyal medya ağlarını kullanarak farklı perspektiflerden süreci görmeye ve yorumlamaya çalıştım. Ancak ciddi bir şekilde eksikliğini hissettiğim bir şey vardı: Ben hiç Sudan’ı görmemiştim.

Gösterilerin yapıldığı meydana, caddelere videolar sayesinde aşina olmuştum; fakat gösterileri hangi kanaldan takip edersem edeyim, bu videoların, haberlerin hangi süzgeçlerden geçtiğini düşünmekten kendimi alamıyordum.

- Sudan diasporası

Türkiye’de bulunan Sudanlı dostlarımla yaptığımız istişareler elbette bana fikir veriyordu ancak Hartum’a gidip olayları yerinde görmek istiyordum. Tam da Sudan’da düzenlenecek Birleşmiş Milletler (BM) toplantısının arefesinde İstanbul havaalanında, elimde Hartum biletiyle uçağa biniş saatimi beklemeye başladım. Heyecanlıydım; bulunduğum bekleme salonundaki insanların hepsi sanki birbirlerini tanıyor gibi sohbet ediyordu. İyi giyimli bir kadın bana İngilizce “gecikecek galiba” dedi. Kendisine Arapça cevap vererek “Daha biniş saatine var” dedim. Kadın gülümseyerek sohbete Arapça devam etti. Gerçekten uçak gecikmişti fakat ben hiç şikayetçi değildim. Sohbet esnasında BM’de çalıştığını öğrendim hanımefendiden Sudan siyasi tarihine dair kısa kesitler dinledim. İsveç’te akademisyen olarak çalışan ve uzun yıllar yurt dışında yaşamış bir beyefendi de sohbetimize dahil oldu. Konu Sudan diasporasına ve tabii ki gösterilerdeki rolüne geldi. Daha önce okuduğum makaleler, diasporanın gösterilerin dünyaya duyurulmasında ne kadar önemli bir rol oynadığını gösteriyordu; fakat bizzat bu kimselerle sohbet etmek ve olaylara bakışlarını, heyecanlarını görmek etkileyiciydi. Yeni kurulan geçiş hükümetinde diasporadaki eğitimli tabakanın aktif rol oynayacağını ve bu sebeple de bir tersine beyin göçünün yaşanacağını söylüyorlardı.

Hartum havaalanına iner inmez ilk hissettiğim duygu derin bir hüzün oldu. Sudan’ı hiç görmeden, Ankara’dan Sudan halkının taleplerini tercüme etmek suretiyle Türk okurlarına aktarmış ve dikkatlerini özellikle halktan insanların konuşmalarına çekmeye çalışmıştım; fakat ekonomik sorunların ne boyutta olduğunu, o halka ne kadar büyük bir zulmün uygulandığını ancak o topraklara ayak bastığımda anladım.

- Hartum’un topraklı yollarında

Sudan’ın başkenti Hartum’un havaalanına inmiştim, yani ülkenin en büyük havaalanına. Fakat kendimi bir ilçenin otogarına girmiş gibi hissettim. Kalacağım otele giderken, beni karşılamaya gelen arkadaşım “Şehirdeki birkaç asfaltlı ana caddeden birinde olduğumuzu” söyledi. Daha sonra ne demek istediğini anladım: Altyapının çok zayıf olduğu, şehirciliğin, belediyeciliğin olmadığı bir başkentte, halkın neden Beşir dönemine yönelik en büyük eleştirisinin “yolsuzluk” olduğunu anlamak çok da zor olmadı.

Sudan’a gece vardığım için, sabah ilk işim kendimi sokağa atmak oldu. Otelin hemen önündeki, coğrafyanın etkisiyle (ama daha çok belediyeciliğin olmayışı sebebiyle) toz toprak içindeki caddeyi gezmeye başladım. Birkaç üniversitenin ofislerinin bulunduğu caddede gördüğüm her şeyi merakla okuyarak ilerideki dolmuş durağına doğru yürüdüm. Epey eski, içi insan dolu minibüsler geçiyordu önümden. Bu ülkede toplu taşımanın ne kadar kullanışsız olduğunu ve arabasız bu şehirde yaşamanın ne kadar zor olduğunu düşündüm. Bir tabelanın önünde durdum; üstüne gösterilere davet eden bir afiş yapıştırılmıştı. Hemen yanında bir kayıp ilanı: Genç bir delikanlının fotoğrafı vardı üstünde. Daha sonra anlayacaktım ki Ramazan katliamında cesetleri hemen ilerideki Nil nehrine atılan gençlerin bir kısmına henüz ulaşılamamıştı ve aileleri çocuklarını arıyordu.

Otele geri döndükten kısa bir süre sonra, Sudan’da eğitim ve yardım faaliyetleri yürüten bir Türk arkadaşımla görüştüm. Beni beklerken resepsiyondaki kızla konuşmuş. Otelden çıkarken bana “O kız İngiliz Dili Edebiyatında yüksek lisans yapmış. Ne kadar maaş alıyor biliyor musun? Sadece 2 bin cüneyh!” dedi. Türkiye parasıyla 250 küsur liraya tekabül ediyor diye de ekledi. “Yetiyordur belki” diye düşündüm fakat çok da uzun olmayan bir mesafeye taksicilerin 250 cüneyh istediğini görünce yetmeyeceğini anladım. Gençlerin neden öfkeyle yolsuzluğu ve hayat pahalılığını eleştirdiklerini görünce de taşlar yerli yerine oturdu. Yemek için gittiğimiz orta halli bir mekânda bir çeşit yemeğin 250 cüneyh olduğunu görmek beni şaşırttı. Çok da lüks sayılmayacak sıradan bir hayatın Sudanlılara maliyetini görmek beni çok üzdü. Bunu siyasal bilimler eğitimi almış bir genç taksiciyle konuştuğumda, El Beşir ve kendisine yakın tabakanın halka nasıl büyük bir kötülük yapmış olduğunu daha net gördüm. Karın tokluğuna çalışan, kazandığı parayla orta halli bir restoranda yemek yemeyi bırakın, iki çeşit yemeği sofrasına koyamayacak kadar kötü şartlarda yaşadıklarını ifade eden taksici, aslında çok barışçıl ve uysal bir halk olmalarına rağmen nasıl büyük bir öfkeyle sokağa çıktıklarını anlattı. “Peki bundan sonra ne olacak?” dedim; “Eğer düzelmezse ve rejimin eski adamları tasfiye edilmezse daha kötüsü olur” dedi.

- Kadınların rolü

Nil kenarında, bölgenin yerel mimarisine uygun bir mekânın sahibesiyle tanıştım. Genç bir kadın bana hevesle Sudan’ın kadim tarihini, kadınların bu toplumun tarihsel hafızasında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu anlattı. Aklıma hemen, gösterilerle ilgili izlediğim videolardaki erkeklerin önünde yürüyen kadınlar geldi. Kraliçe savaşçı anlamına gelen “Kandaka” ruhunun aslında bu toplumun kadınlarında hâlâ yaşadığını söyledi. Sonra ülkesinin zarif el işçiliği eserlerinin sergilendiği vitrinleri göstermeye başladı. İşlemelerin, motiflerin ve renklerin anlamları hakkında konuştu uzun uzun. Beni dünya gündemine hep siyasi sorunlarıyla gelen Sudan’dan aldı ve adeta lirik, ılık bir çöl kumunda tarihi şahsiyetlerin ayak izlerini gösterdi.

- Selin vurduğu Sudan ve Türkiye

Kurban bayramında Sudan’ı vuran sel felaketini duymuştum fakat sel sonrası duruma hakim değildim. Başkente çok yakın bir mesafedeki bir sel bölgesine gittik. Türkiye’nin Sudan Büyükelçisi İrfan Neziroğlu ve Kızılay Genel Müdürü İbrahim Altan, birçok yardım kuruluşuyla birlikte hem hasar tespiti hem de yardım çalışmaları için oradaydı. Sel bölgesinde ayakta kalmış neredeyse tek bir duvar yoktu. Sanki sel değil de bölgeyi deprem vurmuştu. Yıkıntıların içinde kalmış eşyalar hâlâ öylece duruyordu ve insanlar bir çadır bulabilmişlerse kendilerini şanslı hissediyordu. Çoğu kimse yıkıntılar arasındaki mekânlara çarşaf gererek kendisine bir mahremiyet alanı oluşturmuştu. Başkentin hemen yanı başında bu derecede bir yıkım yaşanmış olmasının sebebi, suyun gidebileceği hiçbir yerin olmamasıydı. İngilizler döneminden kalma birkaç mahalle dışında neredeyse hiçbir yerde altyapı yok.

Büyükelçiliğiyle, TİKA’sıyla, Maarif Vakfı’yla, Yunus Emre Enstitüsü’yle, sivil toplum kuruluşlarıyla ve bu kurumlarımızda görev yapan güzide insanlarla Türkiye Sudan’da sessiz, sakin ama büyük işler yapıyor. Kardeş Sudan halkına eğitim, sağlık, restorasyon ve tarım projeleriyle katkı sağlıyor. Üstelik tüm bu hizmet, yapılanların binde biri dahi reklam edilmeden sağlanıyor. Körfez ülkeleri ise yaptıkları her işi Sudan halkının başına kakarak yapıyor. Türkiye’nin insani diplomasisi o kadar sıcak, o kadar içtendi ki bizi tekbirlerle karşılayan Sudanlıların gözünde bunu gördüm.

Sudan’ın yerel bir gazetesinde çalışan bir gazeteci arkadaşımla ülkedeki durumu, gösterileri, gençlerin taleplerini, ideolojik ayrışmaları konuşmak üzere buluştuk. “Gösterilere katılmayı çok istedim fakat çalıştığım gazete protestolara olumsuz bakan bir gazete; o yüzden katılamadım” dedi. Beşir döneminden bahsederken oldukça gergin olduğunu fark ettim. Anlattıkları ise halkın ayaklanmak için ne kadar ciddi sebeplerinin olduğunu gösterir nitelikteydi. “Peki ABD’nin, İsrail’in planları hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum. Zira Türkiye’de hep makro düzeyde analizler yapılıyordu. “Beşir’den kurtulmak ve sivil bir yönetime kavuşarak milli servetimizin yolsuzlukla talan edilmesine karşı koymak tek isteğimizdi” dedi. “Dışarıdaki insanlara bakar mısın; sence İsrail’in ve ABD’nin planlarını düşünecek haldeler mi?” diye hüzünle dışarı baktı. Gerçekten de insan Sudan’a gelince, büyük resimlerle değil, marketteki yumuşatıcının 80 Türk lirası olmasıyla ilgileniyor; insan odaklı bakmaya başlıyor bu hikâyeye; İngilizlerin yaptığı altyapı ve binaları çıkarırsak, bu şehirde halkın yararına elimizde ne kalır diye düşünüyor. Ülkenin bütün sektörlerini elinde bulunduran Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu ülke için ne anlama geldiğini anlıyor.

Sudanlı televizyon programcısı, seküler bir kadınla buluştum. Tabii ki komünistinin bile beş vakit namaz kıldığı bir sekülerlik bu bahsettiğimiz. Kendisiyle daha çok ideolojik ayrışmayı konuştuk. “İslamcıların tasfiye edilmesini istiyor musun?” diye sordum. Biraz düşündü ve “İslamcı deyince aklıma üç şey geliyor: Hırsızlık, yolsuzluk ve haksızlık” dedi ve ekledi: “İslam yöneticiler tarafından kendi menfaatleri için kullanıldı, ama bu İslam’ın, hatta fikrî olarak İslamcılığın da suçu değildi”. Nasıl bir yönetim istediğini sorduğumda ise “Kimsenin İslam’ı kullanamayacağı bir yönetim biçimi” dedi. Sokağa çıkarken saçının bir kısmı görünecek şekilde bir örtü takıyordu. Aslında başörtüsünü çıkartmak istediğini ama buna henüz tam olarak hazır olmadığını anlattı. Sudan’ın görece daha modern yerlerinde açılmış kitap kafelerde başları açık genç kızlar da gördüm. Fakat anlatılana göre, bundan altı, yedi yıl önce, pantolon giyen kızlar bile kamyonlara doldurulup toplanıyormuş. Durum böyle olunca, özellikle gençlerin seküler yaşama yönelik bir meraklarının olduğunu, ancak henüz tam anlamıyla atmosferin buna el vermediğini anladım.

- Sınıfsal uçurum

Sudan’da sınıfsal uçurum gözle net olarak görülebiliyor: Sudan’ın birkaç caddesi adeta bambaşka bir dünya gibi. Bazı “sosyete restoranlarının” var olduğu ve buralarda ciddi paraların harcandığı, hatta bazı evlerde “para odalarının” olduğu anlatılıyor. Elbette bu rivayetlerin sıhhatini kestirmek çok güç. Fakat El Beşir’e yöneltilen tek suçlamanın evinde döviz bulundurmak olduğunu hesaba katarsak, bunlar çok da akla aykırı gelmiyor.

Türk iş insanlarıyla konuştuğumda ise ülkede bankacılık sisteminin çok kötü olduğunu öğrendim; insanların bankaya güvenlerinin olmadığını, bankadaki paranın istenildiği vakit çekilebilmesinin çok zor olduğunu, bu sebeple insanlarda ciddi bir nakit para sıkıntısı olduğunu dinledim. Hatta bir markette alışveriş ederken eğer nakit ödeme yapmaya kalktığınızda, bir Sudanlı size mahcubiyetle “Acaba benim kartımla ödeseniz de nakit parayı bana verseniz olur mu?” diyebilir.

Maaşlarını elden değil de banka aracılığı ile alan insanlar çok mutsuz; zira maaşlarının kaçta kaçını bankadan çekebilecekleri tam bir muamma. Bu durum doğal olarak Sudan’la iş yapan yabancı yatırımcıları da etkiliyor; insanlar para transferi meselesini kendi yöntemleriyle çözmeye çalışıyorlar. Bu da yatırımcı için güvensiz bir ortam oluşturuyor.

- Geçiş hükümetinden beklentiler

Konuştuğum Sudanlılar geçiş hükümetiyle birlikte ekonomik sorunların çözülmesi, güvenlik ve istikrarın sağlanmasıyla ilgili umutluydu. Hatta devrim -konuştuğum hiçbir Sudanlı “darbe” ifadesini kullanmadı- sonrasında ortaya çıkan birçok sorunun müsebbibi olarak bile Beşir rejiminin adamlarını görüyorlar. Örneğin sel felaketine Beşircilerin kasti olarak baraj kapaklarını açmalarının yol açtığını düşünüyorlar. Hatta Ramazan katliamını yapanların Hızlı Destek Kuvvetleri kıyafeti giymiş eski rejimin adamları olduğunu düşünenler bile var. Bütün bu anlatıların tek taraflı olduğunu ve gerçekliğin bulanıklaştığını gördüm; fakat yine de yeni yönetime duyulan umudu anlamak için kayda değer olduğunu da eklemek isterim.

Sudan’a yaptığım bu kısa ancak epey yoğun ziyarette genellikle muhalif kesimle karşılaştığımı, eski rejimin taraftarları ile konuşma imkânı elde edemediğimi belirtmeliyim. Benim açımdan görünen tablo, insanların yeni yönetime şans verdiği şeklindeydi. İsrail’le, Batı’yla ve benzeri ülkelerle ilişkilendirilmekten hoşlanmayan ve hatta bu tür ithamları pek umursamayan, kendilerini aktör olarak görmek isteyen bir halk gördüm. Özellikle gençlerin yeni süreci dikkatle takip ettiklerini anladım. Gençler bundan sonra gerektiğinde sokağa çıkarak sürece müdahil olacaklarını söylediler.

Geçiş hükümetine tanınan sürenin sonunda, özellikle de seçimlerin yapılacağı dönemde tekrar Sudan’ı görmek ve atmosferini solumak üzere Sudan’dan ayrıldım. Belki bir gün siyasi huzura kavuşmuş bir Sudan’a, sadece doğal güzelliklerini, kadim yapılarını görmek ve egzotik içeceklerini içmek için giderim. Güzel dostluklar kurduğum samimi, güler yüzlü Sudanlıları belki bir gün sadece kültürel projeler için ziyaret ederim.

Adilce yönetilmek her halkın hakkıdır. Ama bundan sonra benim için Sudan halkının huzur içinde olması çok mühim: Çünkü Nil’in suyundan içtim.

[Gazetecilik, Orta Doğu ve Afrika çalışmaları alanlarında lisans üstü eğitim gören Zeynep Karataş düşünce kuruluşları için Suriye ve Lübnan üzerine raporlar yazmaktadır]