İSTANBUL (AA) - DENİZ BARAN - Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu bir dönemde Batı Almanya’nın Dışişleri Bakanlığı, ABD ve NATO Büyükelçiliği görevlerini yürütmüş donanımlı bir akademisyen olan Wilhelm Grewe, eserlerinde tarih içerisinde birbiri ardına gelen küresel hegemon güçlerin uluslararası hukukun şekillenmesinde ne denli etkili olduğunun altını önemle çizmişti.

İspanya İmparatorluğu, Amerika kıtasında keşif faaliyetleri yaparken birçok İspanyol düşünürün o günün ana akım hukuk öğretilerini tersyüz ettiği İspanyol Altın Çağı yaşanmış; İhtilal sonrasının kudretli Fransız İmparatorluğu, devletler arası muhkem sınırlar kavramının uluslararası hukukun temel normu haline gelmesine öncülük etmiş; İngiliz İmparatorluğu, “güneşin batmadığı” toprakları arasındaki bağlantıyı emniyet altına alacak şekilde kolonyalizme dair kuralları yerleştirmişti. Tarihte daha geriye giderek bu örnekleri çoğaltmak mümkün olduğu gibi, günümüzde bu gerçek değişmiş değil. Bugün hâlâ geçerli olan Birlemiş Milletler (BM) düzeni -ki düzen tabiriyle sadece BM örgütünden ziyade bu örgütün oluşumuna öncülük eden dinamikler tarafından şekillenen tüm uluslararası hukuk mekanizmaları kastedilmektedir- İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin omuzlarında yükseldi. Dolayısıyla, Grewe’nin tespitinden yola çıkılırsa, küresel güç merkezinin Avrupa’dan Atlantik’in öbür kıyısına kaydığı savaş sonrası dönemin hegemon aktörü olarak beliren ABD, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası hukukun şekillendirilmesinde çok büyük etki sahibi oldu.

Söz konusu etki sadece uluslararası hukuk normlarının oluşturulması ve yerleştirilmesi açısından değil, mevcut uluslararası sistemin temel kolonları olan BM, NATO, Washington Konsensüsü ile kurulmuş küresel ekonomi kurumları gibi uluslararası örgütlerin şekillenmesinde de çok büyük öneme sahip. Herbir uluslararası örgütün farklı birer kuruluş ve gelişim hikâyesi olsa da hepsinin ortak arka planında ABD’nin ayak izleri açıkça görülmekte.

Öte yandan, 2016 yılında ABD başkanı seçilen Donald Trump’ın şu ana kadar geçen üç yıldaki politikaları alışılmadık bir çizgiye sahip: İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen ve ABD’nin küresel nüfuzunun temel kaynaklarından biri olarak görülen uluslararası hukuk düzeninin temellerini bizzat sarsmak. Başkan Trump’ın hemen her hafta uluslararası kamuoyunu hayretler içerisinde bırakan çelişkili açıklamaları ve olağandışı bir sıklıkta kurmaylarını değiştirmesi gibi geçtiğimiz üç yılın sağlıklı bir analizini oldukça zorlaştıran hususlara rağmen, mevcut uluslararası hukuk düzeninin temellerini sarsan adımların atılmasında son derece istikrarlı bir gidişat mevcut. Öyle ki mevcut düzeni hiçe sayan hamleleriyle ABD’nin kendi bacağına kurşun sıktığı yönündeki ağır eleştiriler ülkedeki birçok akademisyen ve politika analisti tarafından sıklıkla dile getiriliyor.

Gerçekten de bugün gündemde olan tüm içe kapanmacı (isolationist) eğilimlere rağmen, devletler başta olmak üzere uluslararası ilişkilerde rol alan tüm aktörler için hâlâ küresel ağlara erişim çok büyük bir güç ve meşruiyet kaynağı. Zira bu ağlara erişimin olmaması bile bu aktörler açısından bir yaptırım etkisi doğurabiliyor. Trump yönetiminin yerleşik uluslararası hukuk mekanizmalarını hiçe sayan veya bu mekanizmalar içerisindeki asimetrik gücünü istismar eden hamleleri ise sadece ABD’nin artık bu mekanizmaların “hamisi” olarak görülmemesine yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda uluslararası toplumun diğer aktörlerinin zayıflamakta ve meşruiyetini yitirmekte olan bu mekanizmalara alternatif oluşumlara yönelik arayışa geçmelerine de sebep oluyor. Bu duruma birçok güncel örnek vermek mümkün: ABD’nin Amerikan dolarının uluslararası piyasalardaki geçerliliğini ve küresel finans sistemindeki merkezi konumunu istismar edip bu durumu sıklıkla bir dış politika aracı olarak kullanması, Türkiye de dahil olmak üzere birçok devleti farklı ülke para birimleriyle uluslararası ticaretlerini yürütmeye teşvik ediyor. İran ile yapılmış Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) anlaşmasından keyfi bir şekilde çekilmesi ve uluslararası alanda dolar hareketini sağlayan SWIFT mekanizmasını İran ile ticari ilişkilerini devam ettirmek isteyen devlet ve şirketlere karşı bir yaptırım aracı olarak kullanması, INSTEX gibi alternatiflerin doğmasına yol açmakta. NATO’ya dair yapılan endişe verici açıklamalar transatlantik ittifakının öbür ayağı olan Avrupa’da PESCO gibi bir yapıyı ortaya çıkarmakta, Türkiye gibi NATO’nun önemli bir üyesi bu örgütün güvenlik şemsiyesine tamamen bel bağlayamadığı için Rusya ve Çin gibi güçlerle stratejik ittifaklar geliştirmeye yönelmektedir. ABD’nin Dünya Ticaret Örgütü’nün ihtilaf çözüm mekanizmalarının işleyişini tıkamak için gerekli atamaları yapmaktan çekinmesi ve onlarca yıldır yürütülen serbest ticaret politikalarıyla taban tabana zıt keyfi gümrük uygulamalarını devreye sokması, küresel ticaret dengelerini alt üst etmektedir.

- Uluslararası hukuk ve meşruiyet

Uluslararası hukuk mekanizmalarının etkili ve sürdürülebilir olması için ihtiyaç duyulan en önemli hususlar kapsayıcılık ve meşruiyet. Küresel hegemon güçler uluslararası hukuk sisteminin şekillenmesinde çok büyük bir rol oynasa da tarihsel tecrübe gösteriyor ki bu güçler tüm sistemi tek taraflı bir şekilde kurgulayamazlar. Esasında, hegemon gücün en büyük avantajı uluslararası düzeni tamamen istediği gibi kurgulamaktan ziyade onun ürettiği ve empoze ettiği fikirlerin düzenin inşasına ilişkin tartışmaların başlangıç noktasını oluşturması. Yoksa düzen nihayetinde uluslararası konjonktüre ve uluslararası toplumda kazandığı meşruiyet seviyesine göre şekilleniyor. Hegemon güçlerin de küresel istikrar için çok taraflı uluslararası örgütlere ve ağlara ihtiyaçları var. Mevzubahis, BM Güvenlik Konseyi gibi siyasi veya WIPO (Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü) gibi teknik örgütler olsa da bu gerçek değişmiyor.

ABD de yalnız başına hareket edemiyor ve farklı güç ağırlıklarına sahip diğer aktörlerin rızalarına ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla, ABD gibi bir küresel hegemon gücün dahi keyfi hamlelerinin bir sınırı var. Eğer bu sınır aşılırsa mevcut uluslararası hukuk düzenin temelleri dinamitlenmiş olacak ve ortaya çıkacak kuralsız uluslararası ilişkiler düzeni hegemonun kendi istikrarını da ciddi bir risk altına sokacaktır.

Böylece, her gün tanık olduğumuz uluslararası hukuk ihlalleri karşısında uluslararası alanda meşruiyetin bir kıymetinin olmadığı gibi bir yanılgıya düşmeye meyilli olsak da büyük resme bakıldığında gerçek böyle değil. Yapılan ihlallerle uluslararası alanda hukukun üstünlüğünü keyfi olarak sarsmak hususunda bir eşik var ve bu eşiğin aşılması sistemi tıkayıp er veya geç düzenin çökmesine sebep olmakta. BM’nin öncüsü sayılan ve iki dünya savaşı arasında kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’nin (MC) çöküş hikayesi bu bakımdan iyi bir örnek. MC’nin kuruluşu uluslararası alanda hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi yönünde çok önemli bir deneyim olsa da bu örgüt kendi misyonunu yerine getirmek için yeterli kapsayıcılığa sahip olamadı. ABD gibi o dönem hızla yükselen bir gücün MC’de olmaması önemli bir handikap olduğu gibi, zaman içerisinde MC üyesi güçlü devletlerin uluslararası alanda kuvvet kullanmalarının önüne geçilememesi MC’nin öngördüğü kolektif güvenlik mekanizmasını paramparça etti ve nihayetinde İkinci Dünya Savaşı’nın önüne geçilemedi. Berkeley Üniversitesinden ünlü ekonomist Barry Eichengreen’in belirttiği gibi, zaten uluslararası alandaki büyük güç değişimleri ya büyük savaşlarla ya da uluslararası kurumsal mekanizmaların köklü bir şekilde reforma tabi tutulmasıyla gerçekleşebiliyor. O halde, bugün BM Güvenlik Konseyi’nin yahut uluslararası ekonomi kurumlarının yapısal olarak yaşadığı ve bu sistemlerin arkasındaki hegemon güç olan ABD’nin tek taraflı adımlarıyla iyice derinleşen meşruiyet krizi de bu iki yoldan biriyle çözülebilir.

- Köklü kurumsal reformlar süreç işi

Sonuç olarak, BM Güvenlik Konseyi gibi kritik yapıların değişen uluslararası dinamiklere ayak uyduramadığı gerçeği uzun yıllardır dile getirilen bir klişe gibi dursa da önemli bir ihtiyaca tekabül ediyor. Bu ihtiyaca yüz çevrilmesi, Eichengreen’in öngördüğü iki yoldan daha yıkıcı olanına, yani yeni büyük bir savaşa yol açabilir. Yıllardır BM reformu başlığı altında yapılan birçok siyasi ve hukuki öneri kıymetsiz veya anlamsız değil. Zira köklü kurumsal reformlar yolu tutulacaksa gerekli değişimlerin yaşanması bir süreç işidir ve bu süreç mevcut düzenin sınırlarını zorlayan ısrarlı taleplerin bir sonucu olarak ilerleyebilir.

Yerleşik düzenin değişim taleplerine güçlü bir direnç göstermesi, değişim mücadelesini kimi zaman çok zorlaştırsa da düzen meşruiyet zemini eridikçe değişime daha açık hale gelir. Bu sebeple, BM’deki ve diğer uluslararası hukuk mekanizmalarındaki meşruiyet ve kapsayıcılık krizleri çaresiz değildir. Ancak bu mekanizmaları şekillendiren küresel hegemon gücün öngörüsü ve tavrı, bu çarelerin devreye sokulması bakımından etkili olacaktır. İşte bu yüzden şu sorular önem arz ediyor: ABD kendisini uluslararası toplumun bir parçası olarak mı yoksa üzerinde mi görmeyi tercih edecek? Büyük gücün büyük sorumluluk da getirdiğini idrak ederek, uluslararası hukukun temel normu olan ahde vefa ilkesinin (pacta sund servanda) değerini korumaya çalışacak mı yoksa gücünü bu ilkeyi yok saymak için kullanmaya mı devam edecek?

[İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Bölümünde araştırma görevlisi olan Deniz Baran, aynı zamanda Al Sharq Forum’da uluslararası hukuk uzmanı olarak çalışmaktadır]