İSTANBUL (AA) -CEYHUN ÇİÇEKÇİ- Orta Doğu’da son aylarda ortaya çıkan yeni gelişmeler, kuşkusuz salt bölgesel bir otonomiye sahip değil. Bir başka ifadeyle, söz konusu gelişmeler, bölge içi gelişmelerin bir sonucu olmaktan ziyade, sistemik dönüşümlerin bölgesel tezahürleri olarak okunabilir. Bu bağlamdan bakıldığında, küresel güç mücadelelerinde yaşanan gelişmeler, bölgesel düzenlere de yoğun şekilde etki etmekte. Son aylarda İsrail merkezli yaşanan birtakım yeni açılımları da bu bağlam çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.

Geçtiğimiz haftalarda Amerikan yönetiminin katkılarıyla İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında ilişkilerin normalleştirilmesine dönük varılan anlaşma, İsrail-Arap ittifakının geldiği noktayı gözler önüne serdi. Bu tarihlere kadar göreceli olarak zımni bir ittifak politikası takip ediliyor olsa da, taraflar artık alenileşen bir ilişki biçimini uygun gördüler. Ayrıca söz konusu anlaşma, sadece iki ülke ilişkilerini normalleştirmenin de ötesinde, diğer Arap ülkeleri tarafından da takip edilecek bir başlangıç noktası olarak telakki edildi. Daha net ifade etmek gerekirse, BAE’nin girişimi bir domino etkisi gösterecek ve diğer Arap rejimleri de İsrail’le ilişkilerini normalleştirecektir. Bu sürecin gelişimi, beklendiği yönde ya da aksi istikamette elbette ki zamanla ortaya çıkacaktır. Söz konusu süreci anlamlandırabilmek adına sistemik etkileri hesaba katmak oldukça kritik bir işlev yüklenebilir. Bu bağlamda İsrail’in bölgesel angajmanı, tarihsel ve bağlamsal olarak da netleştirilmelidir.

- Sistemik dönüşüm ve Orta Doğu

Soğuk Savaş’ın kansız bir biçimde sona ermesi neticesinde biricik süper güç olarak sivrilen ABD, ekonomik gelişmişliği ve kürenin hemen her yerinde konuşlanmış askeri yeteneklerine yaslanarak hegemonik varlığını konsolide etmişti. Lakin özellikle Afganistan ve Irak savaşları, söz konusu hegemonik statüye hem maddi hem manevi ciddi hasarlar vererek Amerikan gücünün göreceli geri çekilişine zemin hazırladı. Bugün artık çok daha net bir biçimde iddia edilebilen bu süreç, üzerinde akademik ihtilaf bulunsa da 2007’de açıklanan Irak’tan çekilme takvimine ya da bir yıl sonra patlak veren ve meydana getirdiği etkiler itibariyle 1929’daki Büyük Buhran’la kıyaslanabilen boyutlardaki Mortgage krizine tarihlendiriliyor. Lakin sistemik dönüşümün gerçekleştirildiği bir “an” olarak, 2008 yılının yaz aylarında gerçekleşen Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesini not almak gerekiyor. Kaldı ki bu sürecin siyasal yansımalarını 2009 yılında Beyaz Saray’a yerleşen Obama yönetiminin tercihlerinden takip etmek çok daha açıklayıcı olabilir.

Obama’nın koltuğa oturduktan sonra yaptığı belki de ilk iş, Kahire Üniversitesi’nde bir konuşma yaparak İslam dünyasına yönelik siyasal dönüşümü teşvik eden ılımlı mesajlar vermek olmuştu. Bu noktada, selefi Bush yönetiminin tercih ettiği sert güç opsiyonlarını rafa kaldırdığı anlaşılan Obama yönetiminin yumuşak güç unsurlarını devreye soktuğu seçilebiliyordu. Lakin Obama’nın yönetimindeki Amerikan gücü, bu tercihi Afganistan ve Irak savaşlarında aldığı yaralar sebebiyle belirginleştirdi. Bir başka ifadeyle, ABD artık sert güç opsiyonlarını hem insani hem de ekonomik maliyetleri sebebiyle kullanamaz hale gelmişti. Hatta Amerikan gücünün en trajik anlarından birini, aynı zamanda “Obama doktrini” olarak da servis edilen “geriden liderlik etmek” isimli oksimoron simgeliyordu.

Amerikan yönetimi, söz konusu geri çekiliş sürecinde Orta Doğu bölgesinde de “geriden liderlik etmek” istedi ve bölgede kendisiyle iş yapabilecek devletleri ve devlet-dışı aktörleri işlevsel hale getirdi. Ayrıca Obama, Amerikan gücünün Orta Doğu angajmanındaki temel hedeflerden biri olan İran rejimine yönelik de farklı bir politika takip etti. On yıllardır Amerikan gücünün ilgi alanına giren İran rejimi daha ziyade sert güç opsiyonlarıyla “terbiye edilmeye” çalışılmıştı. Obama yönetimi söz konusu politikanın araçlarını revize ederek, İran’la masaya oturdu ve diplomatik bir güzergâh takip etmeye önem verdi. Bu süreç sonunda, 2015 yılında İran’ın nükleer faaliyetlerini kısıtlayan uluslararası bir anlaşma imza edildi. Lakin bu gelişme, belki de bugünkü İsrail-Arap ittifakının da mihenk taşı oldu.

Trump yönetimi süresince de söz konusu Amerikan geri çekilişi devam etti. Hatta öyle ki Trump’ın en belirgin seçim sloganı dahi “Önce Amerika” idi. Bir başka ifadeyle, 19. yüzyıl Amerikan dış politikasına atıf yapılabilecek ölçülerde, yeni bir izolasyonculuk öneriliyordu. Trump seçildikten sonra da söz konusu yaklaşımını hayata geçirdi ve uluslararası ittifaklarını yüksek sesle sorgulamaya başladı. Örneğin 1990’lı yıllardan beri Amerikan yönetimlerinin eleştirilerine görece yumuşak tonda hedef olan NATO üyesi devletlerin savunma harcamalarındaki oranlar Trump’ın da gündemine girdi ve gayet yüksek bir perdeden ittifakı eleştiri yağmuruna tuttu. Soğuk Savaş ve sonrasında Rus tehdidini Avrupa merkezli çevrelemeye yarayan örgüt, Trump yönetimi nezdinde değersizleşti.

Söz konusu politik tercihlerin Orta Doğu’daki yansımaları da benzer oldu. Daha ziyade bölgedeki ortaklarını ön plana çıkarmaya çalışan stratejisiyle Trump yönetimi, Amerikan dış politikasını “gereksiz” şekilde meşgul edebilecek konu başlıklarından sıyrılmaya çalıştı. Bu bağlamda, İran tehdidine yönelik olarak Körfez monarşilerinin tehdit algılarını kabarttı ve yüklü meblağlarda silah satışı gerçekleştirdi. Bu stratejinin bir diğer ayağında ise “Yüzyılın Anlaşması” aracılığıyla bölge ülkelerine, İsrail’le yakınlaşabilmek adına bir kapı araladı. Damadı Jared Kushner’in kotardığı bilinen söz konusu “anlaşma”, aşırı derecede İsrail yanlısı olarak yaftalandı. Fakat nihayetinde Körfez monarşilerini İran tehdidi ve silah satış anlaşmalarının devamlılığı ekseninde bir alana hapsettiğinden, İsrail’le yakınlaşmak bir ön koşul halini aldı. Filistin davasının ya da İsrail işgali altındaki toprakların muhatabı dahi olmayan bir Arap hanedanı, İsrail’in diplomatik yalıtılmışlığını delerek, Arap siyasetinde oldukça geniş bir manevra sahası oluşturdu. Artık İsrail’le yakınlaşmak, diğer rejimler için çok daha kolay bir seçenek olarak görülecekti. Amerikan geri çekilişi tüm hızıyla devam ederken, arkasında tedricen bölgesine entegre olan bir İsrail bırakıyordu.

- İsrail-Arap ittifakı

İsrail-Arap ittifakına zemin hazırlayan başat unsur, öncelikle Filistin davasının görünmezleşmesidir. Filistinli örgütlerin etkinliği azaldıkça ve dolayısıyla Filistin davası görünmezleştikçe, kamuoyu denetimine tabi olmayan Arap rejimlerinin elleri daha da rahatlamış ve İsrail’le aleni ilişkilere girmekte beis görmemeye başlamışlardır. Hatta “Yüzyılın Anlaşması” adı altında geliştirilen Amerikan perspektifli bir plan çerçevesinde Filistin davasını araçsallaştırarak monarşik yapılarına meşruiyet devşirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda, Filistin davasının silikleşmesi, Arap rejimlerinin hem Filistinli örgütlere dayatmada bulunmalarını kolaylaştırmış hem de İsrail’e yönelik geliştirdikleri ilişki biçimine güçlü bir reddiyeyle karşılaşmamalarını sağlamıştır.

Filistin davasının görünmezleşmesinin ise birkaç sebebi bulunuyor. Bunlardan biri, Yaser Arafat’ın temsil ettiği karizmatik liderliğin yerinin doldurulamamasıdır. 2004 yılında hayatını kaybeden Arafat Filistin milliyetçiliğinin de sembolik bir ismiydi. Her ne kadar yoğun tepkilere sebep olan politik hamleleri bulunsa da arz ettiği profil, güçlü ve dirençli bir imaj çizmiştir. Ayrıca uluslararası kamuoyunun da sempatisine mazhar olabilmiştir. Arafat’ın vefatından sonra yerine gelen Mahmud Abbas ise söz konusu karizmatik profilden epey uzaktır. Bu açıdan bakıldığında, Filistin liderliği hâlihazırda ses getirecek herhangi bir hamle yapabilmekten mahrumdur.

Bir diğer sebep, Arafat’ın vefatından kısa bir süre sonra yapılan seçimlerde Filistin yönetiminin fiilen ikiye bölünmesidir. 2006 yılında yapılan seçimlerde HAMAS’ın El Fetih karşısında kazandığı çoğunluk, uluslararası kamuoyundan yoğun tepkiler almakla birlikte, Filistin yönetiminde de çatlağa sebep olmuştur. Kısa bir süre sonra HAMAS’ın Gazze’de hâkimiyet tesis etmesiyle birlikte Filistin, El Fetih’in denetimindeki Batı Şeria ve HAMAS’ın denetimindeki Gazze olmak üzere fiilen ikiye bölünmüştür. Bu durum da kuşkusuz Filistin davasının uluslararası kamuoyunda savunulmasının önündeki temel engellerden biri olmuştur.

Son ve daha güncel bir sebep olarak DEAŞ’ın bölgesel etkinliği ve uluslararası kamuoyunun dikkatlerini üzerine toplaması neticesinde, Filistin davası görünürlüğünü kaybettiği kadar meşruiyet zemininden de mahrum kalmıştır. İnsanlık dışı terör eylemleriyle DEAŞ, tıpkı 11 Eylül 2001 saldırıları akabinde El Kaide üzerinden gelişen sürecin bir benzerinin tekerrür etmesine sebep olmuş ve bir nevi referans haznesi görevi görmüştür. Daha açık bir ifadeyle, Filistin özelinde, direnişin marjinalize edilmesine sebep olmuş ve özellikle de Sina yarımadasında yer tutmuş DEAŞ unsurlarının HAMAS gibi yapıların yaftalanmasına hizmet ettiği anlaşılmıştır.

Ayrıca 2013 yılında Mısır’da gerçekleşen askeri darbeyle göreve gelen General Sisi, Müslüman Kardeşler’e yönelik adli takibat süreçleri başlatmış ve kısa bir süre içinde Müslüman Kardeşler’e yönelik Körfez monarşilerinde de benzer bir perspektif hâkim olmuştur. Müslüman Kardeşler’in ideolojik uzantısı olan HAMAS, bu sürecin bir sonucu olarak stratejik bir yalıtılmışlığa mahkûm olmuş, 2014 yılının yaz aylarında İsrail’in saldırılarıyla yüzleşmiş ve 2017 yılından itibaren yatıştırıcı birtakım politikalar takip etmek durumunda kalmıştır.

İsrail-Arap ittifakının lokomotif dürtüsü ise kuşkusuz İran’ın ortak bir tehdit olarak görülmesine dayanıyor. Sistemik dönüşümle de alakalı bir sonuç olarak İran tehdidinin yükselişi ve bu tehdit karşısında Amerikan gücünün görece gerileyişi, bölge ülkelerini algıladıkları ortak tehditlere yönelik ortak bir tavır almaya yönlendirdi. Kaldı ki bu süreç, hemen bütün ittifak süreçleri için bir temel işlevi görür. Ortak tehdit ortak cevapları mümkün kılar. İsrail ve Arap rejimlerinin, bu minvalde, Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan yeni konjonktürün ilk elden sonuçlarından biri olan İran yayılmacılığını dengeleyebilmek adına, aynı safta yer tuttukları gözlemlendi.

İsrail-BAE anlaşmasıyla birlikte İsrail-Arap ilişkilerinde farklı bir safhaya geçildiği söylenebilir. Bu anlaşma, özellikle de domino etkisi üretmesine yönelik yüksek beklentiler sebebiyle, farklı bir safhayı temsil ediyor. Her ne kadar henüz bu süreç yeterince olgunlaşmadıysa da, Körfez monarşilerinin kısa bir süre içinde BAE’nin yolunu takip etmeleri bekleniyor.

İsrail-BAE anlaşmasının altyapısı olarak belirginleşen Filistin davasının görünmezleşmesi, bu anlaşmayla birlikte görünür kılınıyor ve BAE’ye Filistin davasında bir biçimde paye atfediliyor. 2020’nin ilk haftalarında açıklanan “Yüzyılın Anlaşması” ile İsrail’e yakılan yeşil ışık, Batı Şeria ve Ürdün vadisindeki hukuksuz yerleşimlerin ilhak edilebilmesine olanak sağlamıştı. İsrail-BAE anlaşması ise BAE’nin bu süreci durdurduğuna yönelik bir halkla ilişkiler kampanyası yürütebilmesine imkân sundu. Böylece BAE, Filistin davasının görünmezleşmesiyle paralel biçimde silikleşen Filistinli örgütlerin önüne geçerek, Filistin davasında söz sahibi olmaya dönük bir çabayı somutlaştırdı. Abbas’ın en güçlü rakibi olarak sunulan Muhammed Dahlan’ın BAE’ye danışmanlık yaptığı da biliniyor. Hiç kuşkusuz bugün Filistin davasında BAE galebe çalsa Dahlan’ın siyasi kariyeri de ivmelenebilir. Lakin bunun kısa ve orta vadede olması mümkün görünmüyor.

İsrail ile anlaşma yapan BAE, aslında doğrudan tarafı olmadığı bir sorunda kendisine konforlu bir alan açma gayretinde görünüyor. Filistin davasının Türkiye ve İran gibi çeper ülkelerce sahiplenilmesi, bir karşı atak olarak Arap kalpgâhında yeni bir siyasi iddia üretilmesine zemin hazırlıyor. Arap milliyetçiliği olarak da isimlendirilen bu süreçte ,BAE-Suudi Arabistan ikilisinin liderliğinde gelişen söylem, Arap dünyasının otonomisini vurgulamaya çalışıyor. Lakin Cemal Abdünnasır tipi devrimci bir ekolün Arap siyasi hafızasında tuttuğu köşe, elbette ki bugünün Körfez monarşilerince kotarılmaya çalışılan “milliyetçi söylemin” antitezini oluşturuyor. Kaldı ki milliyetçilik ideolojisi, Fransız Devrimi’nden bu yana kitlelere yaslanan bir siyasi perspektifin tecessüm etmiş halidir. Ulus-devletler egemenliğin kaynağını halkta görürler. Hâlbuki günümüz Arap monarşilerinin kurgulamaya çalıştığı söylem, bizatihi kendi varlıkları sebebiyle örseleniyor. Varlıklarını herhangi bir demokratik sürece borçlu olmayan rejimler, dolayısıyla meşruiyet kaygısına da sahip değiller. Bu durumun istisnaları olarak, Batılı ortaklarına sempatik görünebilmek ve kendilerine yönelik gelişecek eleştirileri dizginleyebilmek adına, kadınlara araç kullanma hakkı ve benzeri haklar “bahşeden” ve “Suudi vizyonu” olarak görünürleşen vitrin düzenlemeleri sayılabilir. Bütün bu hengâmeden geriye ise sadece Arap dünyasındaki jeopolitik rekabet kalıyor.

Yukarıda anılan süreci destekleyen bir unsur olarak İsrail, bölgesel angajmanını genişletmekle birlikte, bu süreci diplomatik bir safhada konsolide etmeye de önem veriyor. Arap Baharı ile birlikte İran tehdidinin semirmesi, özellikle Körfez rejimlerini İsrail’e doğru iteliyor ve bu durum da İsrail’in bölgesel bir “normale” dönüşmesini hızlandırıyor; ayrıca Amerikan yönetiminin inisiyatifi sayesinde, Filistin’in işgal altındaki topraklarını bir nevi “Demokles’in kılıcı” gibi kullanıyor. Nihayetinde İsrail, İran’ın nükleer faaliyetlerinin sınırlandırılmasına yönelik Obama yönetimince kotarılan anlaşmanın ardından, bölge ülkeleriyle bir dizi tasarının akıl yürütücüsü ve belki fikrî sponsoru olarak konumlanıyor. Bunlardan en belirgini ve fakat bugünlerde pek anılmayan biri olan “Orta Doğu Stratejik İttifakı” aslında İsrail’in tercih edeceği bir oluşum değil. NATO türevi bir yapılanma, Orta Doğu’nun hâlihazırdaki şiddete mütemayil atmosferinde, getiriden ziyade ağır bedellere sebep olabilir. Bir diğerini savunmakla mükellef olmak, kuşkusuz Orta Doğu’da devamlı savaş halinde olmayı da beraberinde getirebilir. Bu bağlamda İsrail-BAE anlaşmasını ve devamında gelebilecek yeni ortakları, diplomatik bir angajman unsuru olarak kurgulamak, İsrail ulusal güvenliğinin lehine algılanıyor. Kaldı ki İsrail’in bölgesel düzeydeki askeri üstünlüğü, söz konusu diplomatik angajmandan daha kıymetli görünüyor. İsrail-BAE anlaşması akabinde İsrail yönetiminin BAE’ye silah satışlarına şerh koyması, söz konusu askeri üstünlüğün devam etmesi gerektiğini ve ilişkilerin salt diplomatik yalıtılmışlığı ortadan kaldırmak üzere kurgulandığını gösteriyor. Fakat buna mukabil, BAE’nin nükleer bir tesis kurmasına “müsaade edilmesi” de Arap rejimleriyle potansiyel ilişkinin üst eşiğini arz etmesi açısından kayda değer bir içerik sunuyor.

[Dr. Ceyhun Çiçekçi Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir ve “Küresel ve Bölgesel Güçlerin Ortadoğu Politikaları: Arap Baharı ve Sonrası” isimli kitabın ortak editörüdür]