İSTANBUL (AA) -SERHAN AFACAN- 3 Temmuz 1988 Pazar günü İran Havayolları’na ait 655 uçuş numaralı Airbus A300B2 tipi yolcu uçağı Dubai’ye gitmek üzere İran’ın güneyinde bulunan Bender Abbas kentindeki havalimanından 274 yolcusu ve 16 mürettebatıyla kalkış yaptığında her şey normal görünüyordu; her iki tarafta da yüz binlerce can kaybına, yıkıma ve drama neden olarak sekizinci yılını dolduran İran-Irak savaşının el verdiği ölçüde normal! 22 Eylül 1980’de başlayan savaş 3 Temmuz itibariyle iyiden iyice şiddetini azaltmış ve tarafların 20 Ağustos 1988’de ateşkesi kabul etmesine yalnızca günler kalmıştı. Savaş yorgunu Basra körfezi sonunda biraz sükûnet bulacaktı. Hedeflenen 12 bin fit irtifanın yedi binini geride bırakarak tırmanışını sürdüren uçağın, kalkıştan yalnızca yedi dakika sonra kuleyle irtibatı kesildi. Derhal acil durum ilan edilmesine rağmen uçaktan herhangi bir haber alınamıyordu. Bir süre sonra, uçağın düştüğü ve hayatta kalanların kurtarılması için en fazla iki saatin olduğu düşünüldü. Gerçekten de uçak Hürmüz boğazında bulunan Hengam adasının güneyinde infilak etmiş ve uçakta bulunan 66’sı çocuk 290 kişi hayatını kaybetmişti. Kısa süre sonra uçağın, ticari gemileri ve tankerleri İran botlarının tacizlerine ve diğer tehlikelere karşı korumak için Körfez’de bulunan, ABD’ye ait USS Vincennes kruvazöründen ateşlenen iki SM-2 füzesiyle vurulduğu anlaşılmıştı. Ateş emrini veren geminin kaptanı William C. Rogers’tı.

Yaptığı açıklamada ABD, en yüksek radar teknolojileriyle donatılmış kruvazörünün, bu yolcu uçağını kendilerine saldırı hazırlığındaki bir F-14 savaş uçağı olarak algıladığını ve uçağın uyarılara rağmen alçalmaya devam ettiğini savundu. Halbuki İran’dan kalkan uçak sıradan bir yolcu uçağıydı ve tırmanışını sürdürmekteydi. Olay esnasında 4 Temmuz Bağımsızlık Günü tatilini geçirmek için Camp David’de bulunan ABD Başkanı Ronald Reagan “Bu trajediyi azımsayacak değilim” demekle yetinecek, sürekli İran saldırıları altında bulunduğu için gemilerinin alarm durumunda olduğunu savunacak ve şu skandal sözleri söyleyecekti: “Bence bu anlaşılabilir bir kaza”.

Olayın “nefsi müdafaa” olduğunu savunan Reagan’ın yardımcısı George H. W. Bush’un ifadeleri ise kan donduran cinstendi: “ABD adına asla özür dilemeyeceğim, asla! Olguların ne olduğu da umurumda değil!” İran’ın BM Temsilcisi Muhammed Mahallati ise olayı “katıksız bir terör eylemi ve uluslararası bir küstahlık” olarak tanımlayacaktı. Ülkesi adına BM nezdinde henüz kariyerinin ilk evrelerindeki bir diplomat olarak görev yapan İran’ın mevcut Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ise ülkesinin, olayı “önceden planlanmış bir şiddet eylemi ve önceden planlanmış soğuk kanlı bir cinayet” olarak gördüğünü belirtti. Faciadan bir gün sonra bir mektupla olaya ilişkin açıklama yapan Ayetullah Humeyni “Büyük Şeytan” olarak nitelediği ABD’yi telin edecek ve “Dünyanın özgür halkları büyük güçlerden, özellikle de cani Amerika’dan her zaman darbe yemiştir ve küresel küfür, şirk ve zorba Amerika ile yüzleşme kararlılığını göstermediği sürece, her gün yeni bir cinayete şahitlik edecektir” diyecekti. Humeyni’nin açıklamasıyla aynı gün konuya dair Temsilciler Meclisine yazdığı mektupta bu defa üzülme “nezaketi” gösteren Reagan “Ortaya çıkan trajik ölümlerden dolayı derin üzüntü içindeyiz. Savunma Bakanlığı yakında eksiksiz bir araştırma yapacaktır” diyecek ve ekleyecekti “Artık bu olayı kapanmış kabul ediyoruz”. Ancak olay kapanmadı.

Savunma Bakanlığı 18 Ağustos’ta “3 Temmuz 1988’de 655 Uçuş Numaralı İran Uçağının Düşürülmesi Etrafındaki Koşullara Dair Resmi İnceleme” başlıklı gizli raporunu tamamladı. Raporun ilk üç maddesinde, kruvazör personelin İran ve Irak kaynaklı tehditler nedeniyle alarm durumunda olduğu savını temellendirmek için yakın geçmişte yaşanan olaylar silsilesi sıralanıyordu. Dahası rapor, söz konusu sivil uçağın İran tarafından Körfez’deki hareketlilik konusunda bilgilendirilmediğini ama yine de ilk anda uçakla irtibat kurularak uyarıların iletildiğini savunuyor, “Bender Abbas’ın aynı zamanda askeri bir uçuş alanı olduğu da not edilmelidir” diye belirtmeyi ihmal etmiyor ve “Bu kısa açıklama dahi, incelemede İran’ın bu trajedinin sorumluluğunu paylaşması gerektiği yönünde varılan tespiti ortaya koymaktadır” diye ekliyordu. Raporun kalanı, bütünüyle ABD’nin tezini meşrulaştırma gayretleriyle doluydu. Uçağın kara kutusunun bulunamaması, İran uçağına gerekli uyarıların yapıldığı ve uçağın da bu uyarıları başlangıçta almasına rağmen sonra duymazdan geldiği yönündeki savları tekrarlama konusunda ABD’yi cesaretlendirdi.

Olayın büyümesi ve İran’ın meseleyi Uluslararası Adalet Divanı’na taşımasıyla farklı açıklamalar da dillendirilmeye başladı. Bunlardan biri, geminin kaptanı Rogers’ın İran botlarının sonu gelmeyen tacizlerinden bunaldığı ve 3 Temmuz sabahı bilhassa sinirli olduğu yönündeydi. Ne var ki rapora göre, olaydan sonra durumu araştırmak üzere, içlerinde bir psikiyatr da bulunan heyet Bahreyn’e gitmiş, ancak personelde olayın gelişimine etki edecek bir stres unsuruna rastlamamıştı. Bir başka bakış açısı ise 17 Mart 1987’de Irak’a ait bir savaş uçağından fırlatılan iki adet füzeyle vurulan Stark adlı ABD firkateynine gönderme yaparak, olayın basit bir şahsi karar olmadığını vurguluyordu. 37 Amerikan mürettebatının hayatını kaybettiği olaydan dolayı Irak özür dilemiş, fakat geminin komutanı Glenn Brindel’in kariyeri, saldırıya zamanında ve etkili reaksiyon göstermediği için bitirilmişti. Rapora göre, “aşırı kısa bir zaman aralığında” karar vermek durumunda olan Rogers ise bir F-14 karşısında ne yapmak gerekiyorsa yapmış, yani Brindel’ın başaramadığını “başarmıştı”. Açıklamalara sonraları, İran uçağının konumu ve yüksekliği konusunda, radar başındaki subaylar tarafından Rogers’ın yanlış bilgilendirildiği yönündeki iddialar da eklendi. Raporda elbette herhangi bir bilgi eksikliği yönünde bulguya da yer verilmedi. Raporun nihai görüşü ise son derece netti: “Kaptan Rogers’ın ateş emri vermesi, Basra körfezinde yakın geçmişte yaşananlar ve mevcut istihbarat raporları dikkate alınarak bu koşullar altında yargılanmalıdır. Olay esnasında onun kafasındakiler hesaba katılınca, başvurulacak daha tedbirli ve sorumlu bir yol olmadığı görülecektir”. Bu tespitin hemen ardından da rapor şunu söylüyordu: “Ancak bu, her şeyin yolunda gittiğinin söylendiği anlamına gelmiyor. Muharebede, sonuç başarılı olduğunda dahi ‘kusursuz’ operasyon diye bir şey yoktur. Ne var ki yanlışlar yapıldı demek, bizatihi pek bir anlam ifade etmemektedir”.

Rapordaki bütün bilgiler aslında önerilerin sunulduğu bölümde yer alan birinci maddenin altını doldurmak için verilmiş gibidir: “Olayla ilintili hiçbir Amerikan bahriye personeli hakkında disiplin soruşturmasına ya da idari kovuşturmaya mahal yoktur”. Nitekim olaydan dolayı kimse kovuşturmaya tabi tutulmadı yahut cezalandırılmadı. Dahası, gemisini komuta etmeyi bir sene daha sürdüren Rogers, 1990 yılında (bu defa ABD Başkanı olan) Bush tarafından Askeri Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi. İran tarafı bunu açık bir saldırganlık olarak algıladı. İran’ın Uluslararası Adalet Divanı’ndaki mücadelesi 9 Şubat 1996’da iki ülke arasında varılan anlaşmayla sonuçlandı ve ABD 131,8 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti. Ancak olay yine kapanmadı.

İngilizce ve Farsça hazırlanan anlaşma metninde de belirtildiği gibi, tarafların muvafakati sonrası, mesele artık yasal anlamda çözülmüştü. Ancak konu her zaman politik ve sosyo-psikolojik açıdan canlılığını korudu. Kurbanların aileleri hâlâ olayın yıl dönümünde Hürmüz boğazına giderek çiçek bırakmakta ve sevdiklerini anmaktadır. Ülke basını her sene olayın yıl dönümünü andığı gibi, İranlı yetkililer de görüşlerini paylaşırlar. Zarif’in 3 Temmuz 2017 yılında paylaştığı “tweet” aslında İranlıların hissiyatını ortaya koyuyor: “3 Temmuz 1988’de ABD gemisi 655 uçuş numaralı uçağımızı düşürerek 290 sivili öldürdü. Gemi kaptanı masum insanları öldürdüğü için ödüllendirildi. İranlılar bunu unutmayacak”. Genç bir İranlı şairin dediği gibi, 1988 kurbanlarının “izleri hâlâ denizde”.

20 Haziran 2019’da İran’ın ABD’ye ait bir insansız hava aracını düşürmesiyle, uzun süredir devam eden ABD-İran gerilimi endişe verici bir düzeye ulaştı. Neyse ki korkulan olmadı ve gerilim sıcak çatışmaya dönüşmedi.

Körfez’deki tansiyonun yüksek olduğu mevcut koşullarda, yakın geçmiş bize bölgedeki bu ve benzeri gerilimlerden masum sivillerin nasıl etkilendiğini hatırlatıyor. Halihazırda Suriye ve Yemen’de de en büyük mağduriyeti siviller yaşıyor. Orta Doğu’daki krizler çözülmediği ve Körfez’de ipler giderek daha fazla gerildiği sürece, bu mağduriyetlerin tarihe karışması da olası değil.

[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Serhan Afacan İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) genel yayın yönetmenidir]