Rusya ile Ukrayna arasında Donetsk ve Lugansk şehirlerini de içine alan geniş kömür rezervlerine sahip Donbass bölgesinde yaşanan kriz günden güne derinleşiyor. Rusya yanlısı ayrılıkçı Novorossiya Federal Devleti ile Ukrayna Silahlı Kuvvetleri arasında 6 Nisan 2014’ten beri Donbass bölgesinde sürmekte olan savaşta bugüne kadar 13 binden fazla kişi hayatını kaybetti.Donbass bölgesindeki krizin çözümüne ilişkin Rusya, Ukrayna ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’ndan (AGİT) oluşan Üçlü Temas Grubu 27 Temmuz 2020’den itibaren kapsamlı ateşkes kararı almıştı. Fakat Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bugüne kadar ayrılıkçıların on kez ateşkesi ihlal ettiğini, 26 Mart’ta dört Ukraynalı askerin bu saldırılar nedeniyle ölmesinin ardından, 6 Nisan’da da Donbass’ın Avdiyivka ve Zolotoye bölgelerinde ayrılıkçıların açtığı ateş sonucu iki Ukrayna askerinin daha öldüğünü bildirdi. Bölgede gelişen bu olaylar ve akabinde Ukrayna Genelkurmay Başkanı Ruslan Homçak’ın 30 Mart’ta Meclis’te yaptığı konuşmada Rusya’nın tatbikat bahanesiyle Ukrayna sınırları yakınlarına asker sevk ettiği, nükleer kapasiteli büyük ve orta menzilli İskender hava savunma füze sistemleri yerleştirdiği yönündeki eleştirisi üzerine, mesele ABD ve NATO’nun da sürece dahil olduğu çok boyutlu bir hale geldi. Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy Rusya’nın Ukrayna sınırına askeri yığınak yapmasını provokasyon olarak nitelendirerek “Provokasyonlara hazırız” şeklinde bir açıklama yaptı.

2014 yılında dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç Avrupa Birliği’ne (AB) giriş sürecinde Ukrayna’ya ivme kazandıracak bazı anlaşmaları imzalamak istememiş ve bu hareket halkın tepkisini çekmişti. Rusya yanlısı addedilen Yanukoviç’e istifa çağrıları yapılmış ve halk meydanlara inmişti. Gösterilerin büyüyüp iç çatışmaların başlaması üzerine, Yanukoviç helikopterle Rusya’ya kaçarak ülkeyi terk etmişti. Karışıklıklar Ukrayna’nın Doğu bölgesine sıçramış ve Rusya tarafından desteklenen ayrılıkçılarla Ukrayna ordusu çatışmaya girmişti. Rusya Ukrayna’nın Donetsk ve Lugansk şehirlerini kapsayan Donbass bölgesini ve bunun yanı sıra Kırım’ı da işgal ederek bölgede üstünlük sağlamıştı.

Yıllardır bölgede “ateşkes ihlali” olarak seyreden bu krizin Rusya ile yeni ve büyük bir savaşa yol açma ihtimali uluslararası kamuoyunun da gündeminden düşmüyor. Her iki ülke de bu süreçte asla geri adım atmıyor ve her geçen gün bölgede tansiyon yükseliyor. Rusya ile Ukrayna arasında giderek artan gerilimde Moskova ve Kremlin’den gelen açıklamalar da bu ihtimalin gerçekleşebileceği yönündeki endişeleri artırıyor. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Rusya’nın kendi toprakları içinde silahlı kuvvetlerini kendi takdirine göre hareket ettirdiğini ve bunun bir tehdit unsuru olarak algılanmaması gerektiğini ifade etti. Rusya tarafından, Ukrayna’yı ABD ve NATO’nun askeri olarak desteklemesi halinde Rusya’nın da kendi güvenliğini sağlamak için ilave tedbirler alacağı, Donbass’ta yeni bir sıcak çatışma başlatma girişimlerinin Ukrayna’nın bölünmesine yol açabileceği ve hatta daha da sert bir üslupla Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından da belirtildiği üzere “Ukrayna’nın yıkıma uğrayacağı” şeklinde açıklamalarda bulunuldu.

Rusya’dan gelen en son açıklamada Donbass’taki çatışmalara Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2202 sayılı kararıyla kabul edilen Minsk Anlaşması önlemlerine dayanan barışçıl araçlarla çözüm üretilmesinden, NATO ülkelerinin Ukrayna ve Karadeniz’deki varlığını artırmasından, NATO ülkelerinin Ukrayna ordusuna mali ve lojistik destek vermesinden, ölümcül silahlar tedarik etmesinden ve Batılı eğitmenlerin Ukraynalı askerlere eğitim vermeyi sürdürmesinden duyulan rahatsızlık öne sürüldü. Ukrayna ise Rusya’nın sınıra asker sevkiyatından endişe duyduklarını, özellikle NATO çerçevesinde Avrupa’nın uluslararası hukukla tanınan sınırlarının Rusya tarafından ihlal edildiğini öne sürdü. Ukrayna Genelkurmay Başkanı Ruslan Homçak Donbass krizi ve NATO’nun kuruluşunun 72. yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’nin son yıllarda “Avrupa’nın kalkanı” haline geldiğini ve Ukrayna’nın Avrupa-Atlantik güvenliğine önemli katkı sağladığını belirterek “NATO işbirliği” vurgusu yaptı. Ayrıca Kosova ve Afganistan’da NATO liderliğindeki uluslararası barış ve güvenlik operasyonlarına katılmaya devam edileceği belirtildi ve Irak’taki operasyonlara (misyonlara) ve Akdeniz’deki Deniz Muhafızları’na katılma konuları da gündeme getirildi.

Budapeşte Memorandumu uyarınca garantör devletler olan Rusya, ABD ve Birleşik Krallık’ın yanı sıra, yaptıkları açıklamalarla Çin Halk Cumhuriyeti ve Fransa da Helsinki Nihai Senedi’nin ilkelerine uygun olarak, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı güç tehdidinden veya güç kullanmaktan kaçınma yükümlülüklerini teyit etmiş ve silahlarını hiçbir zaman Ukrayna’ya karşı kullanmayacaklarını kabul etmişti. Fakat Rusya Federasyonu Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’ni ve Ukrayna’nın güneydoğu bölgelerini işgal ederek Budapeşte Memorandumu hükümlerini kaba şekilde ihlal etti; Ukrayna’daki durumu büyük ölçüde istikrarsızlaştırdı ve aslında uluslararası güvenlik sistemini tahrip etti.

Bütün bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere, Karadeniz’in kuzeyi ve bölgenin güvenliği açısından gelişmeler endişe verici boyutta. ABD Başkanı Joe Biden’ın Putin’i “katil” olarak nitelendirmesi, akabinde 26 Mart tarihinde dört askerin Rus güçlerin Donbass bölgesinde düzenlediği bir havan topu saldırısı sonucunda hayatını kaybetmesi üzerine ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmitro Kuleba ile yaptığı görüşmede “Rusya’nın saldırganlığı karşısında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana olduklarını” belirtmesi, ABD’nin bu sürece destek verdiğinin açık bir ispatı. Ayrıca 2014 yılından bu yana ABD’nin Ukrayna’ya iki milyar dolardan fazla güvenlik yardımı taahhüdünde bulunduğu biliniyor. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell Ukrayna’ya “tereddütsüz destek” vereceklerini ve Rus birliklerinin Ukrayna sınırındaki hareketliliği nedeniyle endişeli olduklarını belirtti. AB’nin bölgeye ABD ve NATO kadar destek vereceği aşikâr.

Ukrayna jeopolitik ve stratejik bağlamda Rusya açısından ciddi bir kırılma hattının üzerinde bulunuyor; Rusya için Avrupa’nın doğusuna ve Balkanlara açılan bir kapı durumunda. Stratejist Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” adlı eserinde belirtiği üzere, “Ukraynasız bir Rusya Avrasya imparatorluğu olamaz”. Ukrayna ile NATO ve AB arasında “Turuncu Devrim” ve “Euro Meydan” sonrasından beri gelişen yakınlaşmalar, NATO standartları kapsamında Ukrayna ordusunda reform sürecinin ele alınması, bölgede çıkabilecek olası çatışmalara NATO’nun dahil olma ihtimali gibi unsurlar, iki ülke arasında yaşanan bu krizin ne denli önemli olduğunun ve bölgede yaşanabilecek sıcak çatışmanın her an uluslararası boyuta dönüşebileceğinin sinyallerini veriyor.

Ayrıca Kırım’da konuşlandırılan ve Ukrayna’nın doğu ve orta kesimlerindeki askeri tesisler için de bu durum ciddi bir tehdit oluşturabilir. Olası bir savaş durumunda, 400 kilometrelik menzilde uçakları, insansız hava araçları (İHA) ve füzeleri imha edebilen S-400 Triumph hava savunma sistemiyle Rus ordusu, havada ve füze savunması alanında bariz bir üstünlüğü sahip. Karada askeri çatışma durumunda ise Rusya’nın BMP-3M piyade savaş aracı Ukrayna ordusu açısından zorluk yaratabilir. Ayrıca Su-35 avcı uçakları harap durumda olan Ukrayna hava kuvvetlerine büyük zorluk yaşatabilir. Ayrıca Rus Hava-Uzay Kuvvetleri’nin sayısal üstünlüğü nedeniyle de Ukrayna’nın Rusya’ya karşı direnmesi çok zor olabilir. Fakat son dönemde Ukrayna Türkiye ile arasındaki savunma sanayii işbirliğini artarak sürdürmekte. Bu çerçevede Ukrayna donanmasının ihtiyaçlarını karşılamak üzere ADA sınıfı korvet ve insansız hava araçları alanında anlaşmalar imzalandı. Ukrayna söz konusu anlaşmalarla Karadeniz ve Azak denizinde güvenliğin artırılması için donanmasını güçlendirmeyi de hedefliyor. Ukrayna NATO desteğini alıp Türkiye’den aldığı savunma sistemini de kullandığı takdirde, Rusya karşısında ülkesini savunabilir. Fakat yine de Rusya bölgede askerî açıdan güçlü.

Günümüzde Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan bu kriz aslında ne ilk ne de son. Meselenin evveliyatına bakmak reel politik açıdan önem arz ediyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra oluşan yeni dünya düzeninde, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) içinde Rusya Federasyonu’nun 2000’li yıllardan itibaren Vladimir Putin liderliğinde Çarlık dönemindeki ihtişamlı hayatına geri dönme gayretleri, bugün yaşanan olayları aslında çok net ortaya koyuyor. 1994 yılında imzalanan Budapeşte Memorandumu’na göre Ukrayna Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nın şartlarına uygun davranmakta; söz konusu memorandumda öngörülen güvenlik garantilerinin sağlanmasının belgeye imza atan tüm ülkelerin önceliği olması gerekir. Fakat Rusya Federasyonu, Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti ve Ukrayna’nın güneydoğu bölgelerini işgal ederek Budapeşte Memorandumu hükümlerini ihlal etti.

Devlet Başkanı Vladimir Putin dönemi boyunca Rusya Atlantikçilikten sıyrılıp, “Klasik Avrasyacılık”tan “Neo Avrasyacılık”a hızlı geçiş sürecinde, yakın çevre doktrinine bağlı bir strateji üretti ve kendi arka bahçesi olarak gördüğü Ukrayna’da Budapeşte Memorandumu’na aykırı olarak 2014 yılında Kırım’ı işgal ve ilhak etti. Bu süreçten en olumsuz etkilenenler, yarımadanın gerçek sahipleri olan Kırım Türkleri oldu. Bu yaşananlar aslında ilk değildi; sistemli bir sürecin dahilinde gelişmişti. 1783 yılında Kırım’ın Ruslar tarafından işgaliyle başlayan süreç sonrasında uygulanan “Ruslaştırma” politikaları ve Kırım’ın asıl vatandaşlarını tasfiye çalışmaları kısmen “başarılı” oldu ve bu süreç 18 Mayıs 1944 sürgünüyle devam etti, nihai olarak da 2014 yılında sonuçlandı. 18 Mayıs sürgününde, Almanlarla işbirliği yapmış oldukları bahanesiyle Kırım’daki kadın, çocuk, ihtiyar son ferde kadar tüm halk hayvan vagonlarına yüklenerek Orta Asya ve Sibirya’ya sürgün edildiler. Bu sürgün sırasında Kırım Tatarları nüfuslarının yüzde 46’sını kaybetti ve Kırım’da Kırım Tatarlarından kalan bütün malların yağmalanmasından başka, Türk-İslâm geçmişine ait bütün tarihi binalar, abideler ve eserler pek az istisna dışında yerle bir edildi. Kırım Türkçesi’nde yazılmış her tür kitap ve yayın, Kırım’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki diğer kütüphanelerden toplanarak imha edildi.

Takvimler 2014’ü gösterdiğinde tarih tekerrür etti ve aynı talihsizlik Kırım Türklerinin başına yeniden geldi. Ukrayna’nın toprak bütünlüğü kararı hiçe sayılarak, uluslararası hukuka tamamen aykırı şekilde, silahların gölgesinde 16 Mart 2014’te yapılan ve Ukraynalılar ile Kırım Tatarlarının protesto ettiği referandumda, Kırım’ın Rusya’ya bağlanması yönünde karar çıktı. Kırım nüfusunun yüzde 60’tan fazlası Rus olup yaklaşık yüzde 13’ü Kırım Türkünden oluşuyor. Türklerin tamamına yakını söz konusu referandumu boykot ettiler. Rus yanlısı “yeşil adamlar”ın kontrolündeki yarımadada Ukrayna ve Kırım Tatarlarına baskılar arttı. Rusya Federasyonu Yüksek Mahkemesi, Kırım Tatar halkının temsil organı Kırım Tatar Milli Meclisi’ni (KTMM) yasakladı ve aşırılıkçı örgüt olarak nitelendirdi; Rus yönetimini istemeyen yerel halk bölgeden sürüldü. Rus ordusunda görev yapmak istemeyenlere karşı cezai takibat başlatıldı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 21 Mart’ta Kremlin Sarayı’ndaki törende “Kırım ve Sivastopol’ün Rusya’ya bağlanması ve yeni federal bölgeler oluşturulmasını” öngören yasayı imzalayarak yarımadanın ilhakını onayladı.

BM Genel Kurulu ise Rusya’nın Kırım’ı ilhakının yasa dışı olduğunu içeren tasarıyı kabul etti. AB ve ABD Kırım’ı işgal etmesi ve Ukrayna’ya yönelik politikası dolayısıyla Rusya Federasyonu’na karşı yaptırımlar uyguladı. Bölgede BM’nin Yerli Halkların Hakları Bildirgesi’nin (UNDRIP) 12. maddesini ve 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal eden işgalci ülke, nüfus değiştirme politikası yürüttü. Dünyada pek çok ülke gibi Türkiye de bu yasadışı ilhakı tanımadı. Türkiye hükümeti Rusya hükümeti tarafından işgal edilen Kırım’ı Ukrayna’nın toprağı olarak kabul ettiğini, Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki görüşlerinin çok net olduğunu, Kırım’ın Türkiye için Kırım Hanlığı döneminden beri tarihi önemi olduğunu ısrarla vurgulayarak dış politikasında da bu tutumunu sürdürdü. Kırım’ın Ruslar tarafından yasadışı ilhakının hiçbir zaman tanınmayacağı ve Kiev hükümetiyle birlikte çalışılacağı resmi düzeyde de ifade edildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Kırım’ın yasadışı ilhakını tanımıyoruz” diyerek Türkiye’nin bu konudaki pozisyonunu her fırsatta yeniden vurguladı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da aynı şekilde Türkiye’nin Kırım konusundaki net tavrını ortaya koymakta. Fakat Türkiye her ne kadar Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana bir tavır sergilese de, güvenliğine de halel getirmeyecek pragmatik bir tutum içerisinde olmak durumunda. Bundan dolayı Türkiye Ukrayna ve Rusya ile bir denge politikası uyguluyor. Rusya ile S-400, Türk Akımı, Akkuyu nükleer anlaşması, turizm gibi alanlarda iki ülke arasında çok sayıda işbirliği anlaşması bulunuyor.

Sonuç olarak, Rusya 1994 yılında imzalanan Budapeşte Memorandumu ile “Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü” ve “Kırım üzerindeki egemenliğini” onaylamasına rağmen, Ukrayna’yı Rusya Federasyonu’nun bir parçası olarak görmüş ve Kırım Yarımadası ile Sivastopol (Akyar) üzerindeki Ukrayna egemenliğini asla kabullenememiştir. Ukrayna ise toprak bütünlüğünü yeniden sağlayabilme ve Doğu-Batı kıskacında tutarlı bir rota çizebilme hedefinde. Rusya kontrollü gerilim politikası gereği siyasi emeliyle, Batı kıskacından kurtulmak ve kendi gücünü ispatlamak için jeopolitik bir güç mücadelesi içine girmiştir. Bunun en yakın örneği 2008 Gürcistan savaşı ve 2014 Kırım işgali olmuştur. Tarihi ve doğal güzelliğiyle turizm cenneti bir yarımada olan Kırım, işgalden yedi yıl sonra bugün Rusya’nın bir askeri üssü haline gelmiş durumda. Ekonomisi tamamen Rusya’ya bağımlı olan bölgede halk ekonomik güç açısından fakirleşmiş halde; halkın bir kısmı da Kırım topraklarının Ruslaştırılması politikası gereğince Ukrayna’ya gitmek zorunda kaldı. Doğu Ukrayna “Donbass” çatışma bölgesi haline geldi. 2014’ten beri Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan Kırım ve Donbass krizi 2021 yılında çok daha tehlikeli bir boyut kazandı. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı sürdürdüğü tavır Avrupa-Atlantik güvenliğini ciddi biçimde zedeledi. Ukrayna Rus yanlısı ayrılıkçı unsurların Donbass’ta bağımsızlığına onay vermese de uzlaşmacı bir tutum sergiledi; fakat buna rağmen bölgede ateşkes ihlali gerçekleşti.

İlişkilerin normalleşmesini ancak Rusya’nın Ukrayna’nın egemenliğini, bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tanıması sağlayabilir. Bu çerçevede Rusya’ya AB tarafından uygulanan yaptırımlar gevşetilebilir ve istikrarsızlık sona erer. Aksi halde Ukrayna’nın müttefiki olan AB, NATO ve ABD gibi güçlerin bölgeye (küçük çaplı da olsa) dış müdahaleleri olabilir. NATO’nun bölgeye olası müdahalesi Rusya’nın kırmızı çizgisidir. Ukrayna’nın (Rusya’nın bu kırmızı çizgisini ihlal edip onun hiç tasvip etmeyeceği şekilde) NATO’ya üye olması gerginliği savaş boyutuna taşıyabilir. Temennimiz bundan sonraki süreçte bölgede savaşsız, diplomasi çerçevesinde nihai antlaşmaların yapılması ve kısa vadede normalleşme yolunda bir an önce ateşkes sürecine geçilmesidir.

[Prof. Dr. Giray Saynur Derman Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesidir]

İSTANBUL (AA) -GİRAY SAYNUR DERMAN-