İspanyol gribinden yaklaşık 100 yıl sonra dünya yeni bir salgın hastalıkla mücadele etmeye çalışıyor. Yeni tip koronavirüsün (Kovid-19) ortaya çıkardığı kriz hali, küresel sistemin günümüzde ne kadar farklı ve geleneksel olmayan tehditlerle karşı karşıya kaldığını ortaya koyuyor. Çevre katliamlarının ve küresel eşitsizliğin ortaya çıkardığı “Kovid-19” meydan okuması; sadece sağlık sistemlerini değil, aynı zamanda siyasetten ekonomiye, lojistikten turizme hayatın her alanını etkiliyor. Ve anlaşılan o ki uygun tıbbi tedavi ve aşı çalışmaları sonuçlanana kadar en az 1-1,5 yıl daha bu meydan okuma hayatlarımızın önemli bir gündem maddesi olmaya devam edecek.

Kovid-19, Almanya’da ilk vakanın görüldüğü 27 Ocak’tan bu yana ülkede hayatı ciddi bir şekilde etkilemekte. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) verilerine göre, yüz otuz bini aşan hasta sayısıyla Almanya, ABD, İspanya, İtalya’dan sonra en fazla Kovid-19 vakasının görüldüğü 4. ülke. 16 Nisan itibarıyla ülkede 3 bin 254 kişi hayatını kaybetti. Alman hükümeti, Mart ayında aldığı kararlarla ülkede bir yandan okulların/üniversitelerin öte yandan pek çok işyerinin kapanmasını sağladı ve sokakta ikiden fazla kişinin yan yana gelmesini yasakladı. Kovid-19’a yakalanan hasta sayısındaki artış oranlarının düşmesiyle birlikte de 15 Nisan itibarıyla okullardaki son sınıfların yeniden eğitime başlaması ve kademeli bir şekilde işyerlerinin açılmasına karar verdi.

Bu yazıda, Almanya’nın salgınla mücadelede uyguladığı yöntemler ve ulaştığı sonuçlar, siyaset bilimi perspektifinden analiz edilecektir. Almanya’da her ne kadar vaka sayısı fazla olsa da ölüm oranının yüzde 2,7 ile dünyadaki en düşük oranlardan biri olması merak konusu oldu. Berlin yönetiminin Kovid-19 salgınıyla “göreceli başarılı” mücadelesinin altında yatan dinamikler bu çalışmada mercek altına alınacak, aynı zamanda yaşanan zorluklar da analiz edilecektir.

Her ne kadar virüs, ilk Çin’de çıkmış olsa da ABD’yle birlikte en çok zarar gören coğrafyalardan biri de Avrupa oldu. Fransa’da Kovid-19 virüsünü kapanların yüzde 15’i, İngiltere ve İtalya’da yüzde 13’ü, İspanya’da da yüzde 10’u hayatlarını kaybetti. ABD’de ölüm oranı yüzde 4’e ulaştı. Özellikle İtalya ve İspanya’da sağlık kurumları krizle başa çıkmada yeterli olamadı. Almanya ise nispeten düşük sayabileceğimiz yüzde 2,7 ölüm oranıyla pek çok basın kuruluşu tarafından “başarılı” bir ülke olarak değerlendirildi. Öyle ki Fransa’da ve İtalya’da bulunan durumları ağır Kovid-19 hastalarının bir kısmı Almanya’daki hastanelere getirildi. Hayatını kaybeden insanların oranının çift haneli rakamlara çıktığı ülkelerle kıyaslandığında Almanya’nın bu krizle daha iyi mücadele edebilmesini nasıl açıklayabiliriz? Üç unsurun, Berlin yönetiminin salgınla mücadelesine damga vurduğunu belirtebiliriz: Kurumsal yapı, siyasal sistem ve liderlik.

Sağlık sigortası sistemini kuran ilk ülke

Kurumsal yapıdan başlayacak olursak, öncelikle Almanya’nın sağlık sistemini ele almamız gerekebilir. Almanya imparatorluk zamanlarında dünyada ilk kez sağlık sigortası sistemini kuran ülke. Otto von Bismarck’ın liderliği döneminde 1883’te kurulan sağlık sigortası, diğer sosyal refah devleti uygulamalarıyla birlikte bir yandan sosyal refah devletinin temellerini atıyor, öte yandan o dönemki ağır çalışma koşullarının etkilerini dizginlemeye çalışıyordu. Alman vatandaşlarının piyasanın acımasız koşullarında yalnız bırakılmasının önüne geçmeye çalışıyordu. Söz konusu inisiyatiflerle, Almanya 19. yüzyılın son 20 yılında dünyadaki en iyi sosyal refah devleti örneklerinden birini inşa etti.

Tarihten gelen sosyal devlet anlayışı, bazı alanlarda kısıtlanmış olmasına rağmen, bugün de Almanya’da varlığını sürdürüyor. Herkesin belli düzeyde yaşam standardına sahip olması, devletin ihtiyacı olan vatandaşlarına yardım elini uzatması ve gelir dağılımı uçurumunun yüksek olmaması hâlâ devlet politikasının öncelikleri arasında. Bugün Almanya’da halkın yüzde 99,9’unun, yani tamamına yakınının sağlık sigortası bulunuyor. Bu durum, ihtiyaç duyan neredeyse herkesin sağlık hizmetlerine erişebilmesi anlamına geliyor. Üstelik sağlık sigortasına sahip olanların yüzde 87’si kamusal sosyal güvenlik sisteminden faydalanmakta. Alman vatandaşlarının sadece yüzde 11’inin özel sağlık sigortası bulunuyor. Ülkede sağlık sigortasına sahip olmanın yasal zorunluluk olduğunu da vurgulamak önemli. Üstelik bütçenin yüzde 11’i sağlık harcamalarına ayrılıyor. Ayrıca sağlık harcamalarının yüzde 84,5’i devlet bütçesinden yapılıyor.

Bu durumun doğal sonucu olarak, Avrupa Birliği’nin (AB) resmi istatistiklerine göre Birlik içinde kişi başına düşen sağlık harcamalarının en yüksek olduğu ülke Almanya. Resmi istatistiklere göre Alman devleti her bir vatandaşı için yıllık ortalama 4 bin 300 Avro sağlık harcaması yapmakta. Dolayısıyla, Alman sağlık sistemi, Kovid-19 gibi bir küresel salgınla mücadele edebilmek için dünyanın diğer pek çok ülkesine kıyasla büyük avantaja sahip. Bu noktada, bir kıyaslama yapmak gerekirse, ABD’de 27,5 milyon kişinin (nüfusun yüzde 8,5’i) sağlık sigortası olmadığını hatırlatmakta da fayda var. Almanya’nın sahip olduğu kapsayıcı sağlık sigortası, diğer gelişmiş pek çok ülkeye kıyasla daha iyi bir durumda.

Testler salgın gelmeden geliştirildi

Almanya’nın sağlık alanında uzun geçmişe dayanan kurumsal altyapısı ve bütçe imkanları, salgın henüz Almanya’ya ulaşmamışken Kovid-19 testinin geliştirilmesine imkân sağlamıştır. Ocak ayının ortasında henüz Almanya’da hiçbir pozitif vaka yokken Berlin’deki Charite hastanesi testi geliştirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla, Alman kurumsal sisteminin parçası olan planlama ve disiplin bu krizde de devreye girdi. Salgının eninde sonunda Almanya’ya da ulaşacağı belli olduğunda Berlin yönetimi gerekli hazırlıkları yapmaya başlamıştı.

Bu durum, Almanya’nın DSÖ’nün mümkün olabildiğince fazla kişiye test yapılması konusundaki tavsiyesine uyabilmesine imkân verdi. Haftada yaklaşık 350 bin kişiye varan test sayılarıyla yetkililer, hastalığı erken aşamalarda teşhis edebilme ve hastanın temas edebildiği kişilere vakitlice ulaşabilme imkânı buldu.

Kurumsal yapının önemli bir parçası da elbette ki ekonomik altyapıdır. Avrupa’nın en büyük, dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip olan Almanya, krizin etkilerini hafifletebilmek için hem yerel düzeyde hem de federal düzeyde yardım paketleri açıkladı. Alman bütçesi geçtiğimiz yıl rekor düzeyde fazla vermiştir. Bu durum, Almanya’nın Kovid-19’la mücadele için 1 trilyon 137 milyar Avro kaynak ayırmasına imkân tanıdı. Ayrıca yerel düzeyde de her eyaletin hükümeti çeşitli yardımlar yapmış, örneğin, Berlin yerel yönetimi, bu dönemde kendi masraflarını karşılayamayan işletme sahiplerinin her birine 5 bin Avro ödemiştir.

Bunun yanında, hükümet, sağlık konusunda bilimsel kuruluşlarla yakın işbirliğini devam ettirmiştir. 1891’de kurulan ve dünyada tıp alanındaki en eski araştırma kuruluşlarından olan kamu sağlığı merkezi Robert Koch Enstitüsü’nün 129 yıllık deneyime dayanan araştırmaları, hükümet için yol gösterici olmaya devam ediyor.

Kurumsal yapının yanı sıra Almanya’nın bir avantajı da siyasal sistemidir. Temel normlar ve değerler konusunda ana akım siyasi partiler arasında uzlaşıya dayanan Alman siyasal sistemi, aynı zamanda kontrol ve denge mekanizmalarını işletebilmekte. Almanya İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan seçim sistemi sayesinde 1949’dan bu yana koalisyon hükümetleriyle yönetiliyor. Böylece farklı siyasal partilerin birbirlerini hükümet içinde kontrol etmesi imkânı sağlanabilmektedir.

Berlin’de şu anda işbaşında olan federal hükümet de Hıristiyan Demokratlarla Sosyal Demokratların koalisyon ortaklığından oluşmaktadır. Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) / Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) ile Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) 2017 seçimlerinden sonra işbirliği yapmasıyla kurulan koalisyon hükümeti seçmenin yüzde 53,5’inin desteğiyle başa geçmiştir. Dolayısıyla, hükümetin söylemi ve icraatları halkın farklı katmanlarında güven duygusu inşa edebilmekte. Bu bağlamda, Başbakan Angela Merkel CDU’ya mensupken, Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in SPD kökenli olmasının devletin en tepesinde de nasıl bir denge oluşturduğuna vurgu yapılmalı.

Merkel faktörü

Üçüncü unsur, liderlik boyutudur. Almanya Başbakanı Angela Merkel 2010’daki ekonomik krizden, 2015’teki mülteci krizine ve günümüzde de Kovid-19 krizine kadar tüm bu süreçlerde sadece Almanya’nın liderliğini yapmakla kalmamış, aynı zamanda AB içinde alınan önemli kararlarda da öncü rol oynamıştır. Merkel; popülist siyasetin küreselde tırmanışta olduğu bu dönemde bile popülizme taviz vermeden, bilime vurgu yapan ve herkesi kucaklayıcı, sadece tüm Alman halkını değil, Avrupa halklarını da dayanışmaya çağıran bir söylem benimsedi. Siyasal kariyerinin son aşamasında da virüs nedeniyle herhangi bir ülke ya da halkı ötekileştirmedi, komplo teorilerine başvurmadı ve realist güvenlik kavramlarını kullanmaktan kaçındı.

Bazı uluslararası gazetelerin haberlerinde, Kovid-19’la mücadelede nispeten başarılı olan Almanya, Tayvan, Yeni Zelanda ve Finlandiya gibi ülkelerin ortak yanının kadın liderler tarafından yönetiliyor olmalarının altı çizilmiştir. Burada en önemli unsur toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda mesafe katetmiş ülkelerin, diğer pek çok meydan okumaya karşı olduğu gibi, Kovid-19’la mücadelede de daha başarılı oldukları gerçeğidir.

Bu arada bir ilave not da Almanya’nın eleştiri kültürüyle ilgilidir. New York Times’tan BBC’ye kadar dünyanın prestijli yayın organları, Almanya’nın salgınla mücadelede “ne kadar başarılı” olduğuyla ilgili haberler yaparken, Alman resmi haber ajansı Deutsche Welle’nin “Almanya’nın salgınla mücadelesinde kurgular ve gerçekler” başlıklı haberi 8 Nisan tarihinde yayımlayarak Almanya’nın başarılı olamadığı noktalara da dikkati çekmesi eleştirel düşüncenin içselleştirilmesi açısından mühim. Almanya’nın göreceli başarı çıkma stratejisinde de farklı aktörler ve farklı kurumlar tarafından farklı fikirlerin dile getirilebilmesi de önemlidir.

Tehlike devam ediyor

Kurumsal yapı, siyasal sistem ve liderlik olarak özetlediğimiz üç unsur, Berlin’in Kovid-19’la mücadelesinde önemli rol oynamakta. Ancak aynı zamanda ülke bazı meydan okumalarla da karşı karşıyadır. İlk olarak, ilk vakaların görüldüğü günden bu yana ölüm oranları Almanya’da da artmıştır. İlk zamanlarda ölüm oranları yüzde 0,4 iken, sonra yüzde 1,6’ya, sonra da yüzde 2,7’ye çıkmıştır. Her ne kadar vakaların artış hızı düşse de ölüm oranlarının gelecekte artıp artmayacağı önemli bir soru işareti. İkinci bir konu, özellikle kırsal kesimdeki hastanelerin donanımının ve sağlık personelinin şehir merkezleriyle aynı seviyede olmamasıdır. Bir başka meydan okuma da Kovid-19 krizinin yabancı düşmanlığını gelecekte nasıl etkileyeceği. Almanya’daki aşırı sağ Almanya için Alternatif (AfD) partisinin oy oranlarının, mevcut durumdan nasıl etkileneceği önemli bir soru. Seneye Almanya’da federal seçimlerin yapılacağı hatırlandığında krizin seçmenler üzerindeki etkilerinin önemi anlaşılabilir. 2015’ten bu yana mültecilere saldıran aşırı sağ grupların varlığı ciddi bir sorun. Şubat ayında Hanau kentinde yabancı düşmanı bir saldırganın, 5’i Türk 10 kişiyi katletmesi yabancı düşmanlığının ciddi bir sorun olduğunun kanıtıdır.

Sonuç olarak, Almanya’nın yeni tip koronavirüsle mücadeledeki göreceli başarısı not edilirken, karşı karşıya kaldığı mevcut meydan okumaların da dikkate alınması gerekiyor. Almanya’nın politikaları ve söylemlerinin sadece Almanya’yı değil, AB’yi de etkileyeceği unutulmamalı.

[Prof. Dr. Birgül Demirtaş, Türk-Alman Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]